Perşembe, Nisan 25, 2024

Son Haberler

İlgili Yazılar

ABD’nin ‘küresel egemenlik’ serüveni sona mı erdi?

Özellikle 2016 yılında Donald Trump’ın başkan olmasının ardından, dünyada Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) oynadığı rol daha yüksek sesle tartışılmaya başlandı.

Trump da dahil olmak üzere birçok isim, ABD’nin “dünyanın jandarması” pozisyonunda görülmesini eleştirdi.

Bu konudaki yazıları ve araştırmaları ile bilinen Stephen Wertheim, The New York Times’ta konuya ilişkin bir değerlendirme kaleme aldı.

“Amerika’nın Bu Kadar Güçü Olması İçin Bir Sebep Yok” başlıklı makale Mepa News okurları için Türkçeleştirildi.

*

Birleşik Devletler, 80 yıl önce trajik bir karar alarak küresel egemenlik peşine düştü. Bu proje amacını tamamladığı için artık yaşamasına gerek yoktur.

Kim seçilirse seçilsin, bir sonraki ABD başkanı, ülkenin dünyada oynadığı rolün geleceğine karar verecek kişi olmayacak. Zira Joe Biden bir sorun olduğunu dahi kabul etmezken, Başkan Trump’ın işe yarayacak bir çözümü yoktur.

30 yıldır devam eden “Soğuk Savaş sonrası dönem” (bu dönem o kadar kifayetsiz ki hala kendinden bir önceki dönem üzerinden tanımlanmaktadır) ABD’nin geniş çaplı küresel güç olması için, halkın büyük çoğunluğu tarafından kabul gören ve kendini derinden hissettiren bir ihtiyaç üretememiştir. Amerika’nın bugünkü askeri güç merkezli egemenliği, özgür ticaret, liberal göç veya özel sağlık sigortası gibi meselelerin on yıl önceki durumundadır. Yani siyasiler tarafından dokunulmaz olarak görülmesine rağmen görünen yüzeyin hemen altı son derece tartışmaya açıktır.

Bu tartışma konularının ilki yakın dönemde yaşanan tecrübelerden gelmektedir: Amerika’nın savaşları neticesinde Orta Doğu’ya kaos hâkim oldu ve Amerikan sokaklarına askerileştirilmiş şiddet geldi. İkinci konu daha çok gelecek tahminine dayalıdır: Hem liberaller hem muhafazakârlar sürekli olarak ülkenin borcuna borç kattıkları için çok yakında, her yıl trilyonlarca dolar bütçe ayrılan ulusal güvenlik hususunda yapılan harcamaların azaltılması için üzerlerinde baskı oluşacaktır.

“Dünyanın polisi ABD”

En hayati konunun kökleri geçmişin derinliklerine kadar ulaşmaktadır. Gelinen noktada, çoğu Amerikan vatandaşının ülkelerinin niçin dünyanın polisliğini yapması gerektiğini artık anlamıyorsa bunun elbette bir sebebi var: Amerikan askeri egemenliği orijinal amacını tamamladığı için artık yaşamasına gerek yoktur.

Bundan 80 yıl önce İkinci Dünya Savaşı’na girmek için hazırlıklara başlayan ABD, küresel ölçekte askeri egemenlik kurulmasına ve bu statükonun gelecekte de devam ettirilmesine yönelik ileride büyük etkileri olacak bir karar aldı. Devlet tarafından o günlerde alınan bu trajik karar, bugün artık kararı alan devleti hareket edemez hale getirmiştir. Bu karar yüzünden Amerika’nın liderleri ülkenin dünya ile ilişki kurmasının tek yolunun askeri egemenlik olduğuna dair son derece yanlış bir kanıya kapıldılar.

Her iki başkan adayı da 1945’de kendi mantığına göre haklı olan Amerikan kuvvetini yeniden inşa edeceğini iddia etmektedir. Sayın Trump bunu General Patton ve General MacArthur gibi isimleri överek, Sayın Biden ise savaş sonrası kurulan “liberal dünya nizamını” müdafaa edeceğini söyleyerek yapmaktadır. Bu nostaljik yaklaşım, başlangıç noktası Amerikan milleti olarak elde ettiğimiz en muazzam galibiyete dayanan bugünün sorunlarıyla yüzleşemeyişimizin ana nedenidir.

Japonya’nın Pearl Harbor’a saldırarak Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı’na katılmasına neden olduğu 7 Aralık 1941 herkesin bildiği bir tarihtir. Gözden kaçırılan nokta, Amerikalı liderlerin savaşa dahil olmadan çok önceleri ABD’nin yakın gelecekteki tek egemen süper güç olması için çoktan planlar yapmaya başladığıdır. (Pearl Harbor’dan)18 ay önce Fransa’nın Nazi Almanya’sı tarafından işgal edilmesi aynı Amerikalı liderlerin egemenlik hususunda nihai karar almasına yol açtı.

2. Dünya Savaşı’na uzanan öykü

Fransa’nın altı hafta gibi kısa bir süre içinde düşmesinin ardından Adolf Hitler bir anda Avrupa’nın efendisi oluverdi. Bu zaferin hemen ardından ise faşist İtalya ve Japon İmparatorluğu ile müttefik olarak 2. Dünya Savaşı’nın bir tarafını (Mihver Devletler) oluşturdu. Amerikan tarihinde ilk kez, totaliter rejimlerin Avrupa ve Asya’yı kalıcı şekilde ele geçirmesi tehlikesi baş gösterdi. Kongre derhal büyük çaplı askeri hazırlık yapılması ve Amerikan tarihinde ilk kez barış zamanında zorla askere çağırma sürecinin başlatılması için gerekli kararları onayladı.

Yine de durumu görünenin ötesinde değerlendirmeye başaran bazıları ABD’nin içinde bulunduğu kıskanılası durumu fark etti. Fransa’nın bir anda çöktüğü günlerde köşe yazarı Walter Lippman şu satırları yazdı; “Asla işgale uğramayacağız.” Gerçekten de hava savunma sistemleri ile donatılmış geniş okyanuslar Amerika kıtasına yönelik tüm askeri harekatları tek başına engelleyebilecek bir etkendi. İlaveten, özellikle Büyük Buhran sonrası ülke ekonomisi o kadar kendini idame ettirebilecek seviyedeydi ki ülkenin hiçbir malı dışardan almasına gerek yoktu.

Bu nedenlerden dolayı bazı Amerikalılar olası saldırıların engellenmesi adına okyanusların güvenliğini sağlayıp daha ileriye gidilmemesini istemekteydi. Demokrat sosyalist Norman Thomas, gelecekte ülkenin başına geçecek olan John F. Kennedy ve Gerald Ford ve Yahudi karşıtı havacı Charles Lindbergh gibi çok farklı cenahlardan tanınmış isimler “Önce Amerika” isimli bir girişim çatısı altında birleşti. Bu kadro, Amerika’nın “Eski Dünyadaki” sorunlardan (Mihver güçlerinin yükselişinden bahsedilmektedir ki Avrupa, Amerika’nın müdahalesi olmadan da bu sorunun üstünden pekâlâ gelebilirdi) kendini soyutlaması ve “Yeni Dünyanın” bir özgürlük kalesi olarak muhafaza edilmesine yönelik geleneksel devlet stratejisine devam edilmesini savunuyordu.

Dünya hegemonyası

Ancak Amerika’nın dış politikasından sorumlu siyasi kesimin fikirleri çok farklıydı. Evet, Birleşik Devletler gerçekten de Avrupa’daki güç oyunlarından uzak durarak kendi güvenliğini tehlikeye atmadan yoluna devam edebilirdi. Ancak, Amerika (daha doğrusu devleti yöneten üst sınıf) daha fazlasını, dünyanın her noktasına istediği gibi müdahale edebilmeyi ve tarihin seyrini tayin etme gücünü elde etmek istiyordu. Bu açıdan bakıldığında mihver devletlerin yayılımcı politikası Amerika’nın fiziki sınırlarından çok ülkenin kendi yayılımcı hırslarını tehdit etmekteydi. 1940 yılının haziran ayında yaptığı konuşmada Başkan Franklin D. Roosevelt, ülkenin kendi içine kapanması halinde Amerika’nın “güç felsefesinin ele geçirdiği dünyada tek başına kalmış bir adaya” dönüşeceğini, bu geleceğin gerçeğe dönüşmesi halinde de Amerikan halkının “hapse tıkılmış, elleri kelepçeli ve aç bir vaziyette diğer kıtaların küçümseyici ve acımasız hükümdarları tarafından azıcık bir azıkla yaşamaya mahkûm edileceğini” söyledi.

Roosevelt bu sözleri söylerken, ABD hala refah ve güven içindeydi ve bölgesinin en güçlü devletiydi. Ama dünyanın öteki ucundaki totaliter güçler Avrupa ve Asya’yı ele geçirebilecek kadar güçlü olduklarını kanıtladıkları için ABD’nin kendi bölgesinin en güçlüsü olması “izolasyon” ve hatta hapis manasına gelmekteydi. Planlarını empoze edebilecek seviyede bir askeri güç elde etmeden ABD’nin bu şartlar altında planladığı “yeni ve daha iyi bir dünya” modelini hayata geçirmesi imkansızdı. Diyelim ki, Naziler bir şekilde Avrupalılar tarafından yenildi, kıtayı ele geçirmek için bir süre sonra başkası harekete geçmeyecek miydi? ABD bu yüzden silaha sarılıp, sadece bugünün totaliter rejimlerini değil, gelecekte ortaya bu rejimlerin ortaya çıkma ihtimalini de mağlup etmeliydi.

Uzmanlar, küresel egemenliğin çok büyük bir bedeli olacağını anladılar: Aralıksız savaşlar ve Amerika’nın imparatorluğa benzeyen bir devlet yapısına dönüşmesi. Askeri analist Hanson Baldwin, 1941 yılında, kendisi gibi planlayıcıların vizyonunu “Birleşik Devletler ve İngiliz İmparatorluğu’nun dünya egemenliği” olarak özetleyecekti. Sivil entelektüeller de Amerika’nın yapacağı hamlelerin sonuçları hususunda çekingen değildi. “The American Century (Amerikan Yüzyılı)” isimli kitabını tanıttığı makalesinde, yayım dünyasının patronlarından Henry Luce şu ifadeleri kullanmıştı: “Diktatörlüklerin yaşamak için geniş alanlara ihtiyacı olabilir ancak “Özgürlüğün” daha fazla yaşama alanına ihtiyacı vardır ve gelecekte de olacaktır.”

Amerikalı liderler tam yarım asır boyunca kendilerine belirledikleri hedeflere ulaştılar. ABD önce 45’de Dünya Savaşını sonra Vietnamlılara, Guatemalalılara ve daha birçoğuna karşı sürekli şiddet uygulanması pahasına 91’de Soğuk Savaşı kazandı. Dünya üzerinde, liberal tatmini kesmeyi ve “dünya nizamını” değiştirmeyi isteyen totaliterler olduğu sürece ABD’nin kendisine çok pahalıya mal olan askeri egemenliğini devam ettirmek için kendi içinde mantıklı bir sebebi vardı: biz öleceğimize onlar ölsün.

Sovyetler Birliği dağıldığı zaman, yetkililer kısa bir süreliğine de olsa ABD’nin dünyanın çeşitli noktalarındaki askerlerini ve verdiği sözleri geri çekmeyi düşündüler. Ancak daha sonra bunun tam tersini yaptılar. 45’deki ilk hayal (Amerikan denetimi altında olan ve Amerika’nın şartlarına uyan bir dünya) en sonunda gerçeğe dönüşmüş görünüyordu. Irak’a saldırmak için hazırlık yaptığı günlerde Başkan George H.W. Bush tarafından ilan edildiği gibi “yeni dünya nizamında Amerika’nın yerine liderlik yapabilecek kim vardı?” Rusya dümdüz edilmişti. Çin hala fakir bir ülkeydi. ABD, askeri harcamalarını sürekli azaltmasına rağmen 90’lı yıllardan hala aynı küresel dev olarak çıkmıştı.

On yıllar geçmesine rağmen hala geçmişteki düşmanlar düzeyinde totaliter rakipler peyda olmadı. Amerikalı liderler her ne kadar son derece güçsüz bazı devletleri “kötülük cephesi” veya terörist tehditleri “İslamofaşizm” olarak yaftalamaya ve abartmaya çalışsa da Amerika’nın yeni hasımlarının küresel çapta bir güç elde etmeleri açık bir şekilde mümkün değildir. 21. yüzyılda kuralları hiçe sayıp, diğerlerini ezerek dünya egemenliği isteyen bir güç varsa bu Amerika’ydı. Amerika’nın sınırları dışında savaşların daha etkin yürütülmesi amacıyla tesis edilen küresel egemenlik günümüzde bu amacın önünde durur hale gelmiştir. Bugün, ABD’nin 170 ülkede askeri varlığı bulunmaktadır. ABD ordusu, dünyanın toplam nüfusunun %40’ına karşı terörizm karşıtlığı adı altında düşmanlık etmektedir. Düzinelerce ülke ABD yaptırımlarıyla hedef alınmaktadır. 

“Gerekenden fazla uzadı”

Artık Washington’daki birçok kişi bazı şeylerin olması gerekenden fazla uzadığının farkına vardı. Hem Trump hem Biden, bir yandan “sürekli savaş” olgusuna bir son vereceğini vaat ederken bir yandan da Çin devletini ABD’nin uzun süredir arayıp da bulamadığı “yayılımcı ve kripto-totaliter” ve daha önemlisi bu devletin kontrol altında tutulması amacı çerçevesinde Amerikan askeri gücüne yeniden yaşama gayesi veren bir tehdit olarak göstermektedir. Çin hakkında hem “iflas etmiş totaliter bir ideolojiye sahip” deyip hem de “bizim neslimizin misyonu, özgürlüklerimizin Çin Komünist Parti’sinden korunmasıdır” diyerek Devlet Bakanı Mike Pompeo, ABD liderleri için yeni bir dönemin başladığının sinyallerini verdi.

Gerçekten de öyle mi? Çin otoriter bir ülke ve yükseliyor ancak Çin ne Nazi Almanya’sı ne de Sovyetler değil. Komünist rejim adil şartlar olsun veya olmasın alışverişe açık; dünyanın en büyük ticaret hacmine sahip devletinin, tüm dünyayı kontrol altına almak isteyen totaliter bir tehdit olarak görmek bana biraz ilginç geliyor. İlaveten, ABD’nin geçtiğimiz yüzyıldaki düşmanlarının aksine Çin uzun zamandır silah zoruyla kendine ait olmayan toprakları işgal etme yolunu tercih etmedi. Tayvan’ı tehdit ediyor olması bir yana, kimse Çin’in Güney Kore veya Japonya gibi ABD müttefiklerini işgal edeceğini düşünmemektedir.

Amerikalılar bir zamanlar, askeri egemenliğin, dünya ile olan ilişkilerin temeli olmak şöyle dursun, bunun kurulmak istenen bağları engellediğini ve bozduğunu düşünürdü. Bu feraset belki uzak bir anı olarak toprağa gömüldü ancak, belki de hepten kaybedilmemiştir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar