Cumartesi, Kasım 23, 2024

Son Haberler

İlgili Yazılar

“Derin ABD”nin kritik isimlerinden Graham Fuller: Türkiye kontrolden çıktı mı?

Özellikle Ortadoğu üzerine kurduğu stratejilerle tanınan eski CIA yöneticilerinden Graham Fuller, son yazısında Türkiye’nin dış politikası hakkındaki fikirlerini yazdı

Graham Fuller Türkiye’nin yakından tanıdığı bir isim. 1961 – 1987 yıllarında CIA’in etkili pozisyonlarında yer alan Fuller sonrasında da 30 yıl kadar “gölge CIA” diye bilinen RAND Corporation’ın baş analistlerinden biri olarak çalıştı. Görevde bulunduğu süre boyunca, ABD’nin  Türkiye ve Ortadoğu politikalarının belirlenmesi ve uygulamasında rol oynayan isimlerden biri olan Fuller, bu dönemde “Ilımlı İslam” terimini siyasal literatüre katan analistler arasında yer aldı.  Bir dönem Müslüman Kardeşler’i bir dönem de kendi tanımlamasıyla “Gülen hareketini” Ilımlı İslam modeli çerçevesinde desteklenmesi gereken akımlar arasında saydı. Fethullah Gülen’in ABD’ye yerleşmesi sürecinde oturma izni alması için tavsiye mektubu yazan eski devlet görevlilerinden olan Fuller’in 15 Temmuz darbe girişiminin arkasındaki isimlerden biri olduğu da öne sürülmüş ve hakkında yakalama kararı çıkartılmıştı. Son yıllarda Kanada’ya yerleşen ve Simon Fraser Üniversitesi’nde dersler veren Fuller halen özellikle İslam coğrafyası üzerine kitaplar ve makaleler yazmayı sürdürüyor. 

Fikirleri halen, ABD “derin devleti” içindeki en azından bir kesimin güncel eğilimlerini göstermesi yönüyle önem taşıyan Fuller son olarak “Türkiye kontrolden çıktı mı” başlıklı bir yazı kaleme alarak Türkiye’nin İslam dünyasındaki rolünü değerlendirdi. 2 Aralık tarihinde Graham Fuller’in kendi sitesinde yayımlanan ve farklı yayın organlarında haberleştirilerek çeşitli çevrelerde tartışılmaya başlanan makalenin tam metin çevirisini ABD devleti içindeki belli eğilimleri ortaya sermesi açısından okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Türkiye kontrolden çıktı mı?

Graham E. Fuller


Türkiye kontrolden çıktı mı? Şu anda ABD ve bazı Avrupa politik çevrelerinde dolaşan pek çok analiz, bu konuda fikir birliğine varmış gibi görünüyor.

Ama kısa cevap, hayır, Türkiye kontrolden çıkmadı. Yine de, “küresel liderliğinin” durumuna dair kendi dar ve benmerkezci saplantısıyla ABD’nin buna inanması anlaşılır. 

Türkiye’yi “kontrol edebilme” olanakları açısından NATO, AB ve hatta Rusya ve Çin de hüsrana uğrayabilir. Zira gidişat, dünyanın karmaşık bir bölgesinde kendi belirlediği yeni ve gelişmekte olan kimliğini ve özgüvenini keşfederken güç gösteren bir Türkiye’ye işaret ediyor. 

Bunu anlamanın anahtarıysa bizim Batı’da Türkiye’nin ne olmasını istediğimize bakmak değil; Türkiye’nin dünyadaki kendi yerini nasıl gördüğüne bakmaktır. Bugün. Peki şu an Ankara’yı yönlendiren başlıca etkenler nelerdir?

Türk İmparatorluk Geleneği: Yaklaşık 7 yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu, diğer tüm Müslüman imparatorluklardan daha büyük bir coğrafi alana hükmetti. Türk hükümdarlarının tarihsel hafızasında, geniş jeopolitik terimlerle düşünmek özel bir yere sahiptir. (Örneğin, bkz. Netflix’teki Rise of Empires: Ottoman) Osmanlı İmparatorluğu, Hindistan ve Endonezya’da bile nüfuza sahipti. Gerçekten, modern Türk devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün yönetiminde dar şekilde tanımlanmış modern Türk ulus devletinin kısa arası vardı sadece. Ancak bu tür Türk jeopolitik düşüncesinin artık modası geçmiş durumda. Öyleyse tüm bunlar sadece Yeni Osmanlıcılık mı? Hayır, bundan çok daha fazlası.

Türkiye’nin çağdaş jeopolitik vizyonu: Bugün Türkiye’de geçerli olan büyük jeopolitik vizyonun sahibi olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu anılabilir. Bu vizyon, Türkiye’nin Avrupalı bir güç, bir Balkan gücü, Akdeniz gücü, Orta Doğu gücü, Kuzey Afrika ve hatta sınırlı bir Afrika gücü, Kafkas gücü, Orta Asya gücü, bir Avrasya gücü ve bilhassa Müslüman bir güç olarak kabul edilmesi gerektiği söylenerek özetlenebilir. Tüm bu iddialı talepler için bol miktarda tarihsel gerekçe var. Ve bu köklü tarihsel vizyon bir kez özümsendi mi, sonraki herhangi bir Türk lider tarafından önemli ölçüde tersine çevrilmesi olası değil.

Türkiye ve İslam: Bugün Ortadoğu’daki iki büyük İslami rakip, uzmanların düşündüğü gibi İran ve Suudi Arabistan değil, Türkiye ve Suudi Arabistan’dır. Türkiye, Riyad için ezici güçte bir jeopolitik rakiptir. Türkiye, ılımlı ana akım Sünni İslam’ı temsil eder ve İslam mistisizmine (tasavvuf) sempati besler; bunlar, Riyad’ın nefret ettiği niteliklerdir. Erdoğan 2013’ten bu yana yurtiçindeki muhaliflere karşı giderek sertleşme eğilimine girse de ülke teknik olarak hâlâ bir demokrasi ve Erdoğan önemli yerel seçimleri kaybetti. Ancak Suudi Arabistan’ın yöneticileri ve çoğu Arap devletinin otokratları, herhangi bir biçimde demokrasi düşüncesi karşısında ürperir. Gerçekten de, popüler demokratik İslamcılık, Riyad’ın en yaratıcı kabusu. Çağdaş İslamcı hareketler arasında demokratik kurumları kabul eden, seçimlere katılan, nispeten ılımlı ve onlarca yıldır Filistin dışında hiçbir yerde terörizme karışmamış Müslüman Kardeşler’den korkmaları bundan. Bu yüzden, Müslüman Kardeşler’in bölgedeki pek çokları tarafından “terörist örgüt” olarak tanımlanması, her ne kadar saf Amerikalı politikacılar Mısır-Suud-İsrail destekli bu tanımlamayı desteklemeyi uygun bulsa da, gülünçtür. Suudiler ve Mısırlılar, Müslüman Kardeşler’in askeri bir darbeyle devrilene kadar demokratik süreçleri kabulünden ve bu süreçlere katılımından (Müslüman Kardeşler, 2012’de Mısır’da bir seçim kazandı) korkuyor. 

Bu arada, ne Pentagon ne de ABD Dışişleri Bakanlığı, Müslüman Kardeşler’in “terör örgütü” kriterini karşıladığını düşünüyor. Katar da öyle düşünmüyor ki bu, Suudilerin Katar rejimini devirmeye çalışmasının sebeplerinden biri. Körfez hükümdarlarının hepsi, bugün Arap dünyasında ifade özgürlüğüne en yakın şeyi temsil eden Katar merkezli El Cezire uydu televizyonundan nefret ediyor. Katar, tıpkı Ankara gibi, siyasetteki geleceği bir süre birçok Müslüman ülkede yasalara uygun olarak devam edecek nispeten modern ve ılımlı bir İslamcı örgütle bağlarını koparmak istemiyor. Katar Türkiye’de büyük bir yatırımcı ve finansal destek kaynağı olurken, Türkiye’nin Katar’a askeri destek vermesi tesadüf değil. 

Müslüman Dünyası’nın Liderliği: Türkiye bugün dünyada kendisine kilit bir rol biçmeye, kilit bir rol olmasa da Müslümanların sesi olarak önemli bir rol biçmeye çalışıyor. Bu iddialı hedef, diğer rakip Müslüman devletler tarafından her zaman iyi karşılanmamakta. Ama burada şunu sormalıyız: Başka kim, böyle bir Müslüman devletlerin sözcüsü olma iddiasında bulunabilir? Riyad? Suudi Arabistan, etkisi yalnızca, Müslümanların Mekke ve Medine’deki Kutsal Yerleri’ne sahip olması ve yoksul Müslüman ülkeler arasında hoşgörüsüz İslam biçimi Vahhabilik’i yayan petrol kesesinin gücüne dayanan jeopolitik bir şakadır. Bunun dışında, acımasızca ifade edilirse, Suudi Arabistan tarihsel derinlikten yoksundur (Hz. Muhammed’in doğum yeri olması ve onun hızla kuzeye kayan ilk küçük Müslüman devleti olarak geçen kısa dönem hariç). Suudi Arabistan’ın ciddi bir yerli kültürü, derinlikli bir entelektüel geleneği, bilimi ya da teknolojisi, keşfi yoktur; donmuş dinsel zihinlerin olumsuz etkileri altında, petrol dışında farklı bir ekonomisi olmayan ve hâlâ önemli ölçüde yabancı kimseler tarafından yönetilen bir ülkedir. Suudi Arabistan’ın İslami vizyonu, Vahhabi İslam biçimi esasen İslam’da haram (dinen yasak) olarak değerlendirilen her şeyin bir derlemesine ve Müslümanları meşru Müslümanlar olarak kabul etmeyen bağnaz dışlayıcı kriterlerin teşvik edilmesine dayanan, yozlaşmış ve çökmekte olan bir Kraliyet Ailesi tarafından zayıflatılmıştır. Ve onun daha demokratik süreçleri anımsatan her şeye karşı hastalıklı bir korkusu vardır.

Mısır, yaklaşık yarım yüzyıl önce Ortadoğu’da önemli bir jeopolitik rol oynuyordu ancak Camp David sözleşmesinde etkisizleştirilmekten kurtulamadı ve bugün, sert diktatörlük altında yoksul ve vizyonsuz. Peki Müslüman dünyasında başka hangi devlet söz sahibi olabilir? İran bir anlamda tarihi ve kültürel derinliğe, çeşitli ve kendi kendine yeten bir ekonomiye, entelektüel güce ve kendisine karşı kötü tasarlanmış, sakatlayıcı yaptırımlar kaldırıldı mı ona iyi hizmet edecek bir devlet geleneğine sahiptir. Endonezya önemli bir rakip olabilir fakat ancak gelecekte. 

Kısacası, Türkiye’nin Müslüman Dünyası’nın çıkarlarının kendinden menkul sözcüsü olma rolüne çok az rakip var. Mısır’ın 1960’larda hüküm süren pan-Arabist lideri General Cemal Abdülnasır’a neden pan-Arabizm davasını benimsediği sorulmuştu. Abdülnasır “Mısır açıkça bir aktör olma arayışında bir rolü benimsedi,” diye yanıtladı. Kısacası, Abdülnasır, iyice idrak ettiği zamanın ruhuna cevap veriyordu. Aynı şey bugün Türkiye’de Erdoğan için de söylenebilir; yokluğunda büyük ölçüde derin bir kargaşaya saplanmış görünen Müslüman dünyasında bir tür liderlik ve vizyona dair aşikar ihtiyaç. 

Türkiye’nin, İsrail’in Körfez yöneticileri tarafından aceleyle tanınmasında Filistinlileri kaderine terk etmeyi düşünmemesinin bir nedeni, Müslümanlara zulm edilmesine dair en büyük modern örneklerden biri hakkında meşru biçimde konuşabilmektir. Müslümanların çoğu bu görüşe katılacaktır.
 

Türkiye ve İran: Bu iki devlet, Mısır dışında, muhtemelen Ortadoğu’nun iki ağır sıklet devletini temsil ediyor. İran’ın rolü ancak daha iyiye gidebilir. Ankara ve Tahran, birkaç yüzyıl önce ciddi Sünni-Şii rakiplerdi ancak devasa ortak sınırlarına rağmen bir yüzyıldan fazladır aralarında hiç savaş olmadı. İran İslam Cumhuriyeti, bölgede ezilen Şiilerin haklarını savunuyor ancak kendisini bu bakımdan “Şii gücü” olarak değil, Müslüman bir güç olarak görüyor. İran, Müslüman Kardeşler de dahil olmak üzere birçok Sünni grupla iyi ilişkiler aramakta. İran aslında şu anda Batı’ya düşman; bu, her iki tarafın da eşit derecede suç ve paranoya paylaştığı bir durum. 

Batı’yla olan bu açmaz sonsuza kadar sürmeyecek. Ancak Türkiye gibi İran da Ortadoğu’nun sömürgecilik-karşıtı, batı-karşıtı geleneklerinin çoğunda pay sahibi. Hoşunuza gitsin gitmesin, bu gelenekler ve dürtüler Fas’tan Çin’e, Afrika ve Latin Amerika’ya kadar halen mevcut. Türkiye ve İran, birkaç taktik jeopolitik rekabet nedeniyle birbirlerine karşı aksi komşular olabilir ancak bu rekabetin kontrolden çıkması pek olası değil. Ve İran, Türkiye’den bile daha fazla bir Avrasya gücüdür; bu nedenle Rusya, Çin ve Pekin’in belki de önümüzdeki on yıllar boyunca dünya jeopolitiğinin en önemli parçası olacak olan Bir Kuşak Bir Yol amaçları için büyük önem taşımaktadır. 

Avrupalı bir güç olarak Türkiye: Türkiye’nin NATO üyeliği, ona Avrupa jeopolitik düşüncesinde en ön sıradan yer veriyor. Ankara’nın mülteci meselesini manipüle etmesi de Avrupa’yı endişelendiriyor. Türkiye şu anda yaklaşık 4 milyon kişiyi ülkeye kabul etmiş halde; bu, dünyadaki mültecilerin neredeyse yüzde 64’ü. Bugün Almanya’da yaşayan yaklaşık 7 milyon Türk’e rağmen Avrupa, kısmen Müslümanlara karşı kültürel önyargılar nedeniyle Türkiye’yi AB’ye kabul etmekte her zaman isteksiz olmuştur. Türkiye’nin Rus yapımı S-400 uçaksavar sistemini satın alması NATO’yu derinden üzüyor. Ancak NATO ve AB sıkışmış durumda. Türkiye teknik olarak Avrupa’nın bir parçasıdır; NATO, Ankara’nın Batı’nın strateji masasındaki önemli bir koltuğun biletidir. Türkiye o koltuğu korumak isteyecektir. Nihayetinde Avrupa, huysuz ve bağımsız bir Türkiye’yi dışarı atarak gelecekteki nüfuzunu da kaybedeceğine onu Avrupa konseyleri içinde tutmayı tercih eder.

Avrasya gücü olarak Türkiye: Türkler etnik olarak Asya kökenlidir, bin yıl önce Baykal Gölü’nden batıya göç etmiştir. Türk dili, dil yapısı açısından, Farsça veya Arapçaya nazaran Japoncayla daha fazla ortak noktaya sahiptir (Japoncayla ilişkisi olmasa da). Bin yıldan fazla bir sürede çeşitli Türk boyları batıya göç etti ve nihayet Osmanlılar Anadolu’ya ulaştı. Ancak diğer Türk halkları hâlâ Avrasya’ya dağılmış durumda: Uygurlar, Özbekler, Tatarlar, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Azeriler; nispeten yakın diller. Dolayısıyla Orta Asya, Türkiye’nin tarihsel belleğinde hâlâ önemli bir yer tutuyor ve Türkiye onlarla daha yakın bağlar arıyor. 

Rusya’nın görüşleri: Rusya, tarihsel olarak, yüz yıllardır Çin’deki Uygurlar hariç tüm bu Türk halklarını kapsayan çok etnikli Rus İmparatorluğu’na yönelik olası bir tehdit olarak gördüğünden pan-Türkizmden korktu. Rusya, Türkiye’nin Orta Asya’daki bağlarından ve çıkarlarından hâlâ rahatsız. Ancak dünyadaki önemli bir orta güç olarak Türkiye, Rusya’nın görmezden gelemeyeceği kadar önemli. Nitekim Moskova, gerilimlere rağmen Türkiye’yle iyi bağlarını sürdürmek için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Bu, Avrupa’nın Türkiye’ye bakışını andırıyor: İlişkini kesemeyeceği kadar önemli bir güç, bu nedenle Türkiye’nin Avrupa’nın da belalısı olmasından her zaman memnun olan Moskova, müsamaha gösteriyor. 

Türkiye ve Çin: Çin’in Avrasya’daki devletleri Avrupa’ya bağlayan son derece iddialı Bir Kuşak Bir Yol projesi, bu yüzyılın en vizyoner projesi ve küresel düzeni yeniden şekillendirmeyi vaat ediyor. Türkiye bunun bir parçası olmak istiyor ve Pekin buna razı. Türkiye, Orta Asya’daki Çin varlığı için olası bir kolaylaştırıcı da olabilir olası bir rakip de. Burada, özellikle Uygur meselesi gibi Müslüman duyarlılıklarını içeren potansiyel Müslüman dayanışması sorunları ortaya çıkıyor. Çin, Orta Asya’da İslam’la uğraşmak zorunda kalacak; Türkiye, yardım edebilir. Türkiye’nin Çin’le ilişkilerinde zaman zaman gerginlikler ve bir miktar rekabet olacak ama iki ülkenin ilişkisi birbirleri için önemleri nedeniyle uzun vadede kalıcı olacak. Tıpkı Rusya konusunda olduğu gibi, Yeni İpek Yolu projesi ilerlerken Çin ve Türkiye’nin birbirine ihtiyacı var.

Türkiye, özellikle de ekonomisi bel verirken, bütün bu iddiaları aynı anda taşıyarak tabağına yiyebileceğinden fazlasını almış olabilir. Fakat Türkiye’nin “sadık bir Batı müttefiki” olduğu o eski güzel günlere özlem duyan Batı için o günler sonsuza dek geride kaldı. Bu Türk iddialarının temelini ve kapsamını anlamak, gelecek yıllarda Türkiye’yle ilişkileri yönetmek için vazgeçilmezdir; çünkü ABD, uluslararası siyaset kulvarındaki hakim rolünü gitgide kaybetmeye devam ediyor ve yeni bölgesel güçleri kabul etmek zorunda kalıyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar