Çarşamba, Ekim 9, 2024

Son Haberler

İlgili Yazılar

ABD’nin İsrail’e desteği küresel hegemonyasının sonu olabilir / Sami el Aryan

İsrail’in, saldırgan ve yayılımcı bir fikir olarak ortaya çıktığı ilk günden itibaren en önemli gündem maddelerinden bir tanesi de kuvvetli bir uluslararası gücün hamiliği ve desteğini garanti altında tutmak olmuştur.

Bu rolün ilk sahibi, 1917’de Balfour Deklarasyonunu ilan eden ve Filistin Manda Yönetimini kuran İngiliz devletiydi. İngiltere, bölgede 1948 yılına kadar yaptıklarıyla hatırı sayılır miktarda Avrupalı Yahudi topluluğun Filistin’e yerleşip Filistinlilerin topraklarını askeri yollarla gasp etmesine ve yerli Arap nüfusun çoğunu köylerinden, kasabalarından ve şehirlerinden zorla göndermesine yardım ve yataklık etti.

İsrail devleti, kuruluşundan sonraki yirmi yılda ise İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD gibi batılı devletleri safında tutarak ihtiyacı olan silah, para ve siyasi desteği bu devletlerden temin etti. Bu destek kendisini, Mısır’ın Fransa ve İngiltere tarafından 1956’da işgal edilmesi sırasında, Almanlardan akan tazminatlarda ve ABD’den temin edilen silah ve siyasi korumayla gösterdi.

70’li yılların başındaki Nixon hükümeti ile birlikte ABD ile İsrail arasındaki ilişkiler önemli oranda büyütüldü ve stratejik alana da yayıldı. ABD’in İsrail’e verdiği ekonomik ve askeri destek, İsrail’in 1967 yılında birçok Arap devletine karşı aynı anda kazandığı zaferden sonra kısa süre içinde kat ve kat artırıldı.

ABD, Soğuk Savaş sürecinde Orta Doğu’daki jeopolitik hedefleri doğrultusunda İsrail’in bölgede hegemon bir güç olma hedefini kendi kanatları altına alarak Yahudilere bu hususta yardım etti. On yıllarca kesilmeden devam eden bu yardımlar bir yana İsrail’in son savaşına dâhil olmak bir yana zira ABD’nin bu savaşta İsrail’in safında yer alıyor olması Amerikalıların küresel hegemonyasını bitirebilir.

Körü körüne destek

ABD ile İsrail arasındaki ikili ilişkiler ilk başlarda Washington’un Tel Aviv’in yolunu açıp ona koruma sağladığı bir ittifak iken aradan geçen elli yıllık süreçte bu münasebet bir stratejik ortaklığa dönüştü.

ABD, dünyanın en gelişmiş askeri donanımlarını vermesinin yanı sıra İsrail’e en fazla ekonomik yardım temin eden devlettir. Buna ilaveten Washington, 1973’ten bu yana BMGK bünyesinde İsrail aleyhine oylanan kararlardan tam 46 tanesini veto ederek her zaman İsrail’e siyasi olarak siper olmuştur.

Richard Nixon ve kendisinden sonra başa gelen 10 Amerikalı başkanın her birisi görev yaptıkları dönemde İsrail’i korumak için devletin BMGK bünyesindeki veto hakkını kullanmıştır. 1971’den bu yana resmi olarak devlet bütçesinden İsrail’e temin edilen yardımların toplamı 260 milyar dolardan fazladır. Bu meblağa özel kurumlar tarafından gönderilen veya İsrail tahvillerinden elde edilen milyarlarca dolar dâhil değildir.  

Filistinli savaşçılarının 7 Ekim günü İsrail’e ait askeri üslere ve yerleşkelere gerçekleştirdiği saldırının ardından ABD’li yetkililer yaptıkları açıklamalarda, günlük 150 çocuğun öldürüldüğü toplamda ise binlerce sivilin hayatına mal olan ve Gazze’deki altyapının tamamen yok edilmesi için gerçekleştirilen İsrail saldırılarına “hiçbir sınır tanımaksızın” destek verdikleri dile getirdiler.

Şu ana kadar bu saldırılarda üçte ikisinden fazlasını çocuklar, kadınlar ve yaşlıların oluşturduğu 8 bin 300 Filistinli öldürülürken 22 bini de yaralandı. Buna ilaveten (enkaz altında kalan) 2000 kişiden de haber alınamıyor.

Yaptığı açıklamalarda sürekli olarak İsrail’in uluslararası insan hakları hukuku ve kararlarına riayet etmeksizin “kendisini savunma hakkı vardır” ifadesini tekrarlayan ABD, devam etmekte olan bu kasti katliam ve soykırım savaşının başından beri İsrail’e körü körüne destek vermektedir.

Buna ilaveten, Başkan Joe Biden da dâhil olmak üzere birçok siyasetçi ile Amerikalı medya kuruluşları, sonradan uydurma olduğu ortaya çıkan “kafası kesilen bebekler” haberinde olduğu gibi herhangi bir delil olmamasına rağmen tecavüz ve İsrailli Yahudilerin infaz edilmesi benzeri yalanları yaymak için adeta sıraya girdiler.

471 insanın can verdiği Gazze’deki Baptist hastanesi saldırısının ardında da yine benzer şekilde artık eskimiş bir taktiği yine kullanarak failin İsrail olduğunu açıkça kanıtlayan delillere rağmen Filistinlileri suçladılar.

Ahvalin reddi

ABD, tam otuz yıl boyunca kendisini “dürüst (tarafsız) ara bulucu” tayin ederek Filistin meselesinin sözde iki devletli çözüm önerisi ile siyasi bir anlaşmaya varılarak halledilmesi gerektiğini savundu.

Fakat bu süreçte Filistin meselesi üzerine çalışan gözlemciler ve uzmanlar arasında ABD’nin İsrail’in Filistinlileri yurtlarından etmeyi ve meşru haklarından mahrum etmeyi hedefleyen politikalarına tüm gücüyle destek vermediğini buna ilaveten siyasi bir anlaşmaya varılması için gerekli çabayı sarf ettiğini söyleyen tek bir kişi bile yoktur.

ABD ve Avrupalı müttefikleri son dönemde vuku bulan hadiselere tepki gösterirken bu saldırının hangi ahval altında yaşandığını bilerek görmezden geldiler.

10 ay önce iktidara gelen sağcı İsrail hükümeti, göreve başladığı günden beridir Filistin meselesini sahada yeni “şartlar ve gerçekler” yaratarak çözme vizyonunu gerçekleştirmek için dur durak bilmeden çalıştı. Bu süreçte Filistinliler şu üç seçenekten birisine razı olmaya zorlandı: Irkçı idare sistemini (apartheid) kabul edin, olduğunuz yerleri terk edin ya da ölün.

Netanyahu’nun hükümet kurabilmek için ittifak ettiği aşırıcı ortakları Itamar Ben-Gvir ile Bezalel Smothrich, Batı Şeria ile alakalı planlarını hayata geçirmeleri için devletin tam gücünü arkasına aldı. Meşhur “Filistinli diye bir şey yoktur” açıklaması ile tanınan Smothrich aslında iktidara gelmeden önce İsrail’e ait daha fazla yerleşke inşa edilmesi çalışmalarına hız vermiş ve amacının işgal altındaki bölgelerde yaşayan yerleşimci sayısını iki katına çıkararak bir milyona ulaştırmak olduğunu aylar önce ilan etmişti.

Kudüs ve etrafında yaşayan aşırıcılar ile yerleşimciler, Mescid-i Aksa’ya gerçekleştirdiği baskın ve saldırıların sayısını bu yıl bir hayli artırmış ve diğer yandan da Filistinlilerin El Aksa’ya girerken daha ağır kısıtlamalara tabi tutulması için yönetime uyguladıkları baskıyı artırmışlardı. 7 Ekim sabahından 20 gün kadar önce El Aksa’ya yönelik baskınlar artık günlük hale gelmiş, bu baskınlara iştirak eden Yahudiler etrafa saldırıp Müslümanlara hakaret etmeyi de ihmal etmemeye başlamıştı.

İktidarın ortağı olduktan hemen sonra harekete geçen Ben-Gvir, emri altındaki güvenlik güçlerini Batı Şeria’daki Filistinli aktivistleri suikast ile öldürmesi için teyakkuza geçirdi. Bu sözde güvenlik güçleri mülteci kamplarını ve köyleri basarak 27’si çocuk toplamda 200 kadar Filistinliyi katletti.

Şunu da hatırlatmak gerek ki bugün resmi rakamlara göre 5 bin 500’den fazla Filistinli, İsrail hapishanelerinde çok ağır şartlar altında esir tutulmaktadır. Netanyahu’nun aşırıcı hükümeti Filistinli mahkûmların on yıllar süren mücadelelerden sonra verilen son birkaç temel hakkı da kaldırdı. Bu mahkûmların 1860 tanesi herhangi bir suçlama yöneltilmeksizin keyfi olarak uzun süredir göz altında tutulan insanlardır. 7 Ekim tarihinden itibaren de Batı Şeria’da düzenlenen baskınlarda 1000’den fazla Filistinli gözaltına alınırken 100’ü de öldürüldü.

Uzun yıllardır artarak devam eden bu adaletsizliklerin tacı ise 16 senedir Gazze’ye yönelik uygulanan ve yakın zamanda kaldırılmasının dahi gündemde olmadığı muhasaradır.

ABD yıllardır tüm bu ihlalleri görmezden gelirken bir yandan da ara ara yaptığı açıklamalarla akıbeti muğlak olan iki devletli çözüm söylemini lafta destekler göründü. ABD’nin ara buluculuk yaptığı tek anlaşma, Filistin mezaliminin adının dahi anılmadığı İsrail-Suudi Arabistan normalleşmesi mutabakatı oldu.

Tüm şeraitin aleyhinde işlediği Filistin direniş grupları başka bir çıkar yol göremedikleri için 7 Ekim operasyonunu icra ettiler.

Operasyona iştirak eden grupların yaptığı açıklamalarda bu saldırının amacının El Aksa’ya yönelik tecavüzlerin kesilmesi, Batı Şeria’daki şehir ve kasabaların basılarak yüzlerce Filistinlinin öldürüldüğü İsrail faaliyetlerinin durdurulması, İsrail’in elinin bir esir takasına zorlanması, Gazze’ye yönelik muhasaranın kaldırılması ve Filistinlilerin meşru hakları harcanarak bir barış veya normalleşmenin asla olamayacağına dair güçlü bir mesaj gönderilmesi olduğu ilan edildi.

Son darbe

Filistinlilerin gerçekleştirdiği sürpriz saldırı, İsrail ordusunun yenilmez olduğu efsanesini ve İsrail’in istihbarat kurumlarının her yönden duruma hâkim olduğu anlayışını yerle bir etti. Bu saldırı İsrail’deki siyasileri ve asker güruhunu derinden sarsmasının yanı sıra Yahudi toplumunu da böldü.

Batılı liderlerin dur durak bilmez desteklerinin bir ayağı da İsrail’in mahvolan moralini düzeltme faaliyetleri oldu. İsrail’e bu çerçevede, Gazze’deki acımasız savaşı ifa etmesi için sonsuz silah tedarik ettiler. Bununla kalmayıp yarısı çocuk olan tüm Gazze nüfusunun topluca cezalandırılması (ki bu bir savaş suçudur) politikasının önündeki siyasi engelleri kaldırdılar.

Amerikan Kongresi saldırıdan sadece birkaç gün sonra onayladığı 14.3 milyar dolarlık yardım paketiyle duraklayan İsrail ekonomisine can verdi. Buna ilaveten bölgeye savaş gemileri, uçak gemileri ve ileri teknoloji silah sistemleri sevk edildi. Hatta bu da yetmedi, Lübnan’daki Hizbullah, İran devleti ve Tahran’ın Irak, Yemen ve Suriye’deki vekil güçlerinin direnen Filistinlilere destek olmasını engellemek ve bu tarafları caydırmak için Ürdün’deki Amerikan üslerine ilave asker ve silah ikmali yapıldı.

Bizzat Biden’ın kendisi de İsrail’e verdiği enerji dolu desteği bir kere de yerinde ilan etmek için İsrail’e uçtu. Hatta İsrail’de konuşlu Amerikan özel kuvvet birimlerinden biri olan Delta mensupları ile el sıkışırken çekilen fotoğraflarını yanlışlıkla sosyal medyada bile paylaştı.

ABD, sürecin başından beridir İsrail devleti ile müşterek hedeflerinin Gazze’deki Hamas, İslami Cihad ve diğer direniş hareketlerinin askeri olarak bitirilmesi olduğunu söylemekte, Filistin halkının “Hamas’a başkaldırmaları için” ağır bir şiddete maruz bırakılması ve Gazze’nin toplu şekilde cezalandırılması gerektiğini ve grubun Gazze’deki iktidarının kalıcı şekilde bitirilmesi için bunun tek yol olduğunu mutlak bir kararlılıkla savunmaktadır.

Fakat şunu en iyi ABD bilmektedir ki böylesi büyük hedefler beraberinde büyük riskleri ve tehlikeleri de getirir. Vietnam, Somali, Afganistan ve Irak’taki Amerikan tecrübeleri ve kayıpları yerel bir direniş hareketine karşı topyekûn bir kara harekâtına girilmesi halinde ne gibi tehlikelerle karşılaşıldığını gösteren misallerden sadece birkaçıdır.

ABD eğer direkt olarak İsrail’in yanında yer alarak Filistinlilerin veya onların müttefiklerinin birine saldırırsa bu çatışmaların kontrolden çıkıp diğer devletleri içine alacak şekilde daha geniş bir bölgesel savaşa dönüşmesi halinde en başta ABD’nin çıkarları zarar görecektir.

İsrail’in hala devam etmekte olan Gazze bombardımanı başta Arap ve İslam dünyası olmak üzere dünyanın dört bir yanından milyonlarca insanı sinirlendirdiği için ilk önce ABD sonra da diğer Batılı devletlere karşı güçlü bir küresel tepki tehdidi baş gösterdi.

Emrinde kullanabileceği daha fazla kaynak bulma hususunda sıkıntılar yaşayan ABD ordusunun yanı sıra Amerikalı yetkililer de Rusya’ya karşı savaşan Ukrayna’ya bundan sonra belki de açık çek yazmaya devam edemeyecek veya Washington’ın küresel gücünün karşısındaki en büyük rakibi olan Çin’in Doğu ve Güneydoğu Asya’daki yükselişini kontrol altına almak için yatırım yapacak para bulamayacak.

Orta Doğu’da girilecek yeni bir askeri muamma veya savaş sadece Amerika’nın jeopolitik hesaplarını altüst etmekle kalmayıp hem bu bölgedeki hem de dünyanın diğer noktalarındaki kontrolünü zayıflatabilir.

Lenin’in bir zamanlar dediği gibi “Onlarca yıl geçer de hiç bir şey olmaz, öyle bir hafta olur ki onlarca yıl içine sığar.”

Şu anda yaşamakta olduğumuz günler, bölgenin gelecekteki on yıllarını şekillendirecek türden günlerdir.

Popüler Yazılar