Liberal demokrat sözde aydınlarımız, ekonomistlerimiz, gazetecilerimiz öve öve bitiremediler ABD’deki “checks and balances” (denge ve denetim) sistemini.
Hep şu örneği verdiler: “Bakın ABD’de demokrasi var, herkes istediğini söyleyip, yazabilir. Komünist ülkelerde ise ağzını açan ortadan kayboluverir”.
Bir yere kadar doğruydu.
Yani ABD ve Avrupa’da gerçekten bir basın özgürlüğünden söz edilebilirdi.
Aglo sakson tipi demokraside siyasi tarihi değiştiren anıt gazeteciler de vardı.
Bob Woodward, Carl Bernstein, Robert Fisk, John Pilger, Seymour Hersh gibi.
Ancak şu da bir gerçek ki, kapitalist ve emperyalist ABD’nin elindeki kan, komünist ve “baskıcı” Çin ve Sovyetler gibi ülkelerden çok daha fazlaydı.
Sovyetler Birliği’nin askeri anlamdaki tek işgali Afganistan’dı.
O da komünist hükümetin davetiyle gerçekleşmişti.
Çin ise kendi toprağı saydığı komşu Tibet, Sincian (Doğu Türkistan) ve Hong Kong dışında deniz aşırı işgale kalkışmadı.
Hatta resmen kendi toprağı olan Tayvan’a hala müdahale etmedi. (belki bu aralar edebilir!)
Ancak ABD öyle değil.
Küresel hegemon olarak, 1945 sonrası dünyanın dört bir yanında en az 20 milyon insanın kanına girdi.
Araştırmacı yazar James A. Lucas’ın hazırladığı rapora göre, ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar, toplam 37 ülkede işgal ve darbe gibi silahlı operasyonlarla 20 milyondan fazla kişiyi öldürdü.
Sadece Vietnam’da bu sayı 6 milyonu geçiyordu.
Vietnam hükümetinin 1995 yılında yayımladığı bir raporda, 1955-1973 yılları arasında yapılan ABD ile girilen savaşta 5.1 milyon Vietnamlı sivilin ve 1 milyondan fazla Vietnamlı askerin hayatını kaybettiği belirtilmişti.
O meşhur Amerikan “demokrasisi”, aslında şirketlerce yönetilen istihbari ve askeri bir demokrasi idi.
Mottosu ise “Öldürmek bizim işimiz, bunu her şekilde yapmak ise bizim hünerimiz” idi.
Bunun en önemli kanıtı ise Vietnam savaşı sonrası yaşanan iç siyasi tartışmalarda ortaya çıktı.
1970’ler Amerikan basınının en diri ve güçlü olduğu zamanlardı.
Rockefeller’lerin avukatı Kissinger’in tezgahladığı kirli Vietnam savaşına yönelik halk isyanları gazetecilere de “düzene karşı çıkmak” için cesaret veriyordu.
Dönem Başkanı Nixon’un istifasıyla sonuçlanan Watergate dinleme skandalını ortaya çıkaran Washington Post muhabirleri Bob Woodward ile Carl Bernstein, 1973’te bunun için Pulitzer ödülü kazanmıştı.
Woodward başarılı gazeteciliğini daha sonraki yıllarda da sürdürdü.
Clinton, Bush ve Trump yönetiminin kirli çamaşırlarını ortaya çıkardı.
Carl Bernstein’in ismi ise daha sonraları pek duyulmadı.
Yani en azından Woodward kadar değil.
Neden biliyor musunuz?
Çünkü Bernstein, ABD müesses nizamındaki asıl tabuyu çiğnedi ve ele geçirdiği resmi belgelerde yer alan CIA üyesi gazetecileri yazdı.
CHURCH KOMİTESİ RAPORU: 400 CIA GAZETECİSİ
1977’de Rolling Stone dergisindeki “CIA and The Media” başlıklı uzun makalesinde, dinleme skandalları için ABD Senatosu’nda oluşturulan ünlü Church Komitesi’nin raporlarında gizlenen şeyleri ortaya döktü.
Olay büyüktü…
Amerikan merkezi istihbarat örgütü CIA, 1952’den (Nazi hayranı Allen Dulles’in CIA Başkanı olduğu zaman) 1977’ye kadar en az 400 ünlü ve tanınmış gazeteciyi ajan olarak kullanmıştı.
O havalı yakışıklı ya da güzel gazete ve TV yıldızları ABD’nin kirli çıkarları için kendilerini alet etmişti.
Mesela 1953’te ABD’nin en ünlü köşe yazarlarından Joseph Alsop, CIA talimatıyla Filipinler’e gitmiş ve yalanlarla dolu köşe yazıları kaleme almıştı.
“Hür dünya”nın halkın çıkarlarını savunması gereken sözde bağımsız kalemleri, aslında imparatorun emrinde birer ajandan başka şey değildi.
Bu ünlü isimlerden bazıları şunlardı: New York Times yöneticisi Arthur Hays Sulzberger, Times yöneticisi Henry Luce, Columbia Broadcasting’den William Paley, Loisville Courier-Journal’dan Barry Bingham Sr., Copley News Service’ten James Copley.
Ayrıca; Reuters, American Broadcasting Company (ABC), National Broadcasting Company (NBC), Associated Press (AP), United Press International (UPI), Hearst Newspapers, Scripps‑Howard, Newsweek Dergisi, Miami Herald ve New York Herald‑Tribune gibi basın kuruluşları da CIA ile işbirliği içindeydi.
Bernstein, özellikle dış ülkelerdeki Amerikalı muhabirlerin ajanlık için biçilmiş kaftan olduğunu şu ifadelerle anlatıyor:
“Pek çok gazeteci, bu sürece yardımcı olmak için CIA tarafından kullanıldı ve basın dünyasının en iyileri arasında olma ününe sahiptiler. Yabancı ülkelerdeki muhabirin işinin kendine özgü doğası, bu tür işler için idealdir: ev sahibi ülke tarafından alışılmadık bir erişim hakkı tanınır, genellikle diğer Amerikalılara yasak olan bölgelerde seyahat etmesine izin verilir, zamanının çoğunu hükümetlerde, askeri kuruluşlarda, akademik ve bilimsel kurumlarda ‘Verimli kaynaklar’ bulmakla geçirir. Kaynaklarla uzun vadeli kişisel ilişkiler kurma fırsatına sahip ve –belki de diğer Amerikan ajanları kategorisinden daha fazla– casus olarak işe alınmaya aday yabancı uyrukluların duyarlılığı ve uygunluğu hakkında doğru yargılarda bulunabilecek bir konumdadır. Bu nedenle, yurtdışında gizli çalışan bir Amerikalı gazetecinin birincil rolü, genellikle Amerikan istihbaratına gizli bilgi kanalları olacak olan yabancı uyrukluların işe alınmasına ve “ele alınmasına” yardımcı olmaktır.”
Bernstein, CIA gazetecilerinin diğer işlevlerini de anlatıyor yazısında:
“Diğer durumlarda, görevleri daha karmaşıktır: ustaca hazırlanmış yanlış bilgi parçalarını yerleştirmek; Amerikan ajanları ile yabancı casusları bir araya getirmek için tasarlanmış buluşmalara, partilere veya resepsiyonlara ev sahipliği yapmak; önde gelen yabancı gazetecilere öğle veya akşam yemeğinde “kara” propaganda yapmak; yabancı temsilcilerden veya acentelerden taşınan son derece hassas bilgiler için otel odalarını veya büro ofislerini “damla” olarak sunmak; CIA denetimindeki yabancı hükümet üyelerine talimatlar ve dolarlar iletmek.”
Bunların önemli bir kısmını Türkiye’deki FETÖ kumpaslarında gördük ve yaşadık.
Mesela Türk ordusu ve aydınlarına yönelik pek çok yalan ve iftira haberler “üreten” Taraf ve Zaman gazeteleri bu konuda örnektir.
Zaten CIA maşası FETÖ’nün en önemli işlevlerinden biri, yalan haber ve kara propaganda yapmaktı.
Bunun için geniş bir ‘gazeteci’ havuzu mevcuttu.
Ancak CIA gazetecileri sadece FETÖ’de değil her yerdedir.
En çok da gazete köşeleri ve TV ekranlarında görürüz onları.
Türkiye’den devam edelim.
Gazeteci Yazar Sabahattin Önkibar’ın 28 Kasım 2014 tarihli Aydınlık gazetesinde yayımlanan “İşte CIA’nin Kullandığı Türk Gazeteciler” başlıklı yazısından alıntılıyorum:
“Adı: Udo Ulfkotte.
Frankfurter Allgemeine Zeitung’un eski editörü olan Alman Gazeteci…
Yeni çıkardığı “Satılmış Gazeteciler” isimli kitabında CIA’nın emrinde olduğunu itiraf ettikten sonra Türkiye’de de CIA’dan maaş alan gazetecilerin olduğunu iddia etti.
Ve önceki gün…
MİT’te Psikolojik-İstihbarat Başkanlığı yapan isimle aramızda bir diyalog:
-Siz bilirsiniz, Alman gazetecinin yazdığı gibi Türkiye’de CIA’ya çalışan gazeteciler var mı?
-”Bundan kuşkunuz mu var?”
-Peki MİT böyle durumda ne yapar?
-”Bazılarını izler, bazıları için de nadiren harekete geçer?”
-Harekete geçer derken!
-”Ülke açısından tehlike arz ediyorsa Başbakan ile Cumhurbaşkanına rapor sunulur.”
-Peki sonra ne yapılır?
-”Sadece enterne edilir yani meslekten çıkması devlet gücü ile sağlanır ama bu çok istisnai durumlarda olur. Genelde izlenirler.”
-Bu enterne etmeler son dönem yaşanmış olabilir mi?
-”Bir tanesini biliyorum. Yıllardır Sayın Erdoğan’a açıktan destek olan bir gazetecinin gazetesinden apansız kovulması muhalif yazı yazmasından değil, CIA ile bağlantılı bir vakıfla olan parasal ilişkisi sebebiyledir.”
-Peki CIA ya da diğer istihbarat kurumları gazetecileri ajan olarak mı istihdam eder?
-”Bu tür ilişkilerin pek çoğu dolaylı birlikteliklerdir. İlişkiler ‘Think Thank’ler ya da vakıflar gibi aracı kurumlarla kurulur. Bire bir ajan-kurum ilişkisi yerine amaç beraberliği söz konusudur ki o da tahmin edeceğiniz üzere hep daha fazla demokrasidir.”
-Peki CIA ile ilişkide olanları Türk gazeteciler ne yaparlar?
-”ABD ve NATO lehinde kamuoyu oluştururlar… O gazeteci yönetici ise kendi gazete ya da televizyonunda ABD ve Batı karşıtı yayına izin vermez, lehte olanların önünü açar.”
NATO üyeliğimizin diyeti işte budur.
Ajan gazetecilere göz yummak!
Bernstein, bu ‘verimli beraberliklerin’ nasıl başladığını da yazmış:
“CIA’nın bir gazeteciyle ilişkisi çoğu zaman gayri resmi bir öğle yemeği, bir içki ve gelişigüzel bilgi alışverişi ile başlayabilir. Ajan gazeteci daha sonra bir iyilik önerebilir – örneğin, ulaşılması zor bir ülkeye seyahat; karşılığında, daha sonra muhabirden bilgi alma fırsatından başka bir şey aramayacaktır! Birkaç öğle yemeği daha, birkaç iyilik ve ancak o zaman resmi bir düzenlemeden söz edilebilir – “Bu daha sonra geldi,” dedi bana bir CIA yetkilisi, “gazeteciyi avucumuza aldıktan sonra.”
CIA yetkililerine göre, Ajansın 1960’larda Latin Amerika’daki en değerli 2 gazetecisi, Washington Star’dan Jerry O’Leary ve Pulitzer Ödülü sahibi Miami News’tan Hal Hendrix idi. Hendrix, Miami’deki Küba sürgün toplumundaki bireyler hakkında bilgi sağlama konusunda CIA’ye son derece yardımcı oldu. O’Leary, Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’nde değerli bir varlık olarak kabul edildi. Teşkilat dosyaları, her iki kişinin CIA adına yaptığı faaliyetlere ilişkin uzun raporlar içeriyor.
CIA Gazetecileri şu sınıflamalara ayrılıyordu:
■ Sözleşmeli ve serbest çalışanlar. Çoğuna CIA tarafından standart sözleşme şartları altında ödeme yapıldı. Gazetecilik kimlik bilgileri genellikle işbirliği içindeki haber kuruluşları tarafından sağlanıyordu. CIA bazı durumlarda, haber kuruluşlarına o kişilerin kendileri için çalıştığını bildirmedi.
■ CIA’nın “mülk sahibi” olduğu kuruluşlar. Geçen yirmi beş yıl boyunca, Ajans, CIA çalışanlarına mükemmel bir kapak sağlayan çok sayıda yabancı basın servisini, süreli yayını ve gazeteyi – hem İngilizce hem de yabancı dil – gizlice finanse etti. Bu yayınlardan biri, yüzde kırkını 1970’lere kadar CIA’nin finanse ettiği Rome Daily American idi. Daily American daha sonra piyasadan çekildi.
■ Editörler, yayıncılar ve yayın ağı yöneticileri. CIA’in haber yöneticilerinin çoğu ile ilişkisi, Ajans’ın yönlendirmesine çok daha fazla tabi olan çalışan muhabirler ve sözleşmeliler ile olan ilişkilerinden temelde farklıydı. Birkaç yönetici – aralarında New York Times’dan Arthur Hays Sulzberger – gizlilik anlaşmaları imzaladı. Ancak bu tür resmi anlayışlar nadirdi: Ajans yetkilileri ile medya yöneticileri arasındaki ilişkiler genellikle ‘sosyal’di – “Georgetown’daki P ve Q Street ekseni” dedi bir kaynak. ” (CBS’in patronu) William Paley’ye, muhbirlik yapacağını söyleyen bir kağıt parçasını imzalamasını söyleme.”
■ Köşe yazarları ve yorumcular. CIA ile ilişkileri normalde muhabirler ve kaynakları arasında sürdürülen ilişkilerin çok ötesine geçen bir düzine tanınmış köşe yazarı ve yayın yorumcu vardır. Ajans tarafından “bilinen varlıklar” olarak anılırlar ve çeşitli gizli görevleri yerine getireceklerine güvenilebilir; Ajansın çeşitli konulardaki bakış açısına uygun kabul edilirler. CIA ile bu tür bağları sürdüren en çok okunan köşe yazarlarından üçü, New York Times’tan Sulzberger, Joseph Alsop ve sütunları New York Herald ‑ Tribune, Saturday Evening Post ve Newsweek’te yayınlanan merhum Stewart Alsop. CIA dosyaları, üçünün de üstlendiği belirli görevlerin raporlarını içerir. Sulzberger, Ajans tarafından hala aktif bir varlık olarak kabul edilmektedir(1977’de HV). Üst düzey bir CIA yetkilisine göre, “Genç Cy Sulzberger’in bazı kullanımları vardı … Ona gizli bilgiler verdiğimiz için bir gizlilik anlaşması imzaladı … Paylaşma, verme ve alma vardı. “Bunu bilmek isteriz; size bunu söylersek, şu öyle mi veya ‑ çok mu? erişmenize yardımcı olur mu? Avrupa’ya erişimi nedeniyle sınırsız yetki almıştı. Ondan sadece şunu rapor etmesini isterdik ‘ve ‑ öyleyse söyle, neye benziyordu, sağlıklı mı? Çok hevesliydi, işbirliğine bayılıyordu.” Bir keresinde, birkaç CIA yetkilisine göre, Sulzberger’e CIA tarafından, Times’daki köşe yazarının imzası altında neredeyse kelimesi kelimesine yazılmış bir brifing kağıdı verildi. Sulzberger bunu yazıcılara verip üzerine adını yazdı.
■ ABD’nin ulusal televizyon kanalı CBS, şüphesiz CIA’nın en değerli yayıncılık varlığıydı. CBS Başkanı William Paley ve Allen Dulles ortak bir çalışma ve sosyal ilişki yaşadılar. Yıllar boyunca, CBS TV kanalı, CIA çalışanlarına en az bir tanınmış yabancı muhabir ve birkaç sözleşmeli muhabir dahil olmak üzere koruma sağladı; CIA’ye haber filmleri sağladı; Washington büro şefi ile CIA arasında resmi bir iletişim kanalı kurdu; Ajansın CBS haber filmi arşivine erişimini sağladı; Washington ve New York haber merkezlerindeki CBS muhabirlerinin haberlerinin CIA tarafından rutin olarak izlenmesine izin verdi. 1950’lerde ve 1960’ların başında yılda bir kez, CBS muhabirleri özel yemekler ve brifingler için CIA hiyerarşisine katıldı.
CBS ‑ CIA düzenlemelerinin ayrıntıları hem Dulles hem de Paley’in astları tarafından hazırlandı. Bir CIA yetkilisi, “Ne Şirketin başkanı ne de müdürü ince noktaları bilmek istemiyor” dedi. “Her ikisi de bunu çözmek için yardımcıları belirler. Onları savaşın üstünde tutar.” Paley’nin CIA için belirlenen kişisi, 1954-1961 yılları arasında CBS News’in başkanı Sig Mickelson’du. Mickelson, daha sonra CIA ile bağlantısı kesinleşmiş olan Radio Free Europe ve Radio Liberty’nin başkanlığını yaptı.
Time ve Newsweek dergileri: CIA ve Senato kaynaklarına göre, CIA dosyaları, her iki haftalık haber dergisinin eski yabancı muhabirleri ve bağlayıcıları ile yazılı anlaşmalar içeriyordu. Aynı kaynaklar, CIA’nın bu iki yayın için çalışan kişilerle olan tüm ilişkilerini bitirip bitirmediğini söylemeyi reddettiler. CIA Başkanı Allen Dulles sık sık iyi arkadaşı, Time and Life dergilerinin kurucusu Henry Luce ile buluşuyor ve gerekli emirleri veriyordu. Luce, muhabirlerinin CIA için çalışmasına hemen izin verdi ve gazetecilik deneyimi olmayan diğer CIA ajanlarına iş ve kimlik bilgileri sağlamayı kabul etti.
Senato tarafından 1975’te oluşturulan Church Komitesi, dönemin CIA Başkanı George H. W. Bush (Baba Bush) ile 1976 Mart ayı sonlarında CIA merkezinde bir akşam yemeğinde buluştu.
Bush, 400 gazetecinin veya bağlı oldukları haber kuruluşlarının adını vermeyi reddetti.
CIA, komiteye daha fazla açıklama yapılırsa meşru istihbarat operasyonlarını veya çalışanlarını koruyamayacağını savundu.
Sonunda, sıra dışı bir anlaşma imzalandı: seçilen yirmi beş gazetecinin tam dosyalarının “sterilize edilmiş” versiyonlarının incelenmesine izin verildi.
Ancak gazetecilerin ve onları istihdam eden haber kuruluşlarının isimleri ve diğer CIA çalışanlarının dosyalarda adı geçen kimlikleri karartılacaktı.
ESKİ CIA OPERASYON MÜDÜRÜ ANLATIYOR
Church Komitesi’nden sızan bilgilerle yukarıdaki makaleyi yazan Bernstein, buzdağının sadece küçük bir kısmını ortaya koymuştu.
CIA, özellikle yabancı ülkelerde ajan gazeteci kullanımını çok sık yapıyordu.
1978’de “60 minutes” isimli ünlü haber program için yapılan bir TV röportajında konuşan eski CIA Operasyonlar Müdürü John Stockwell, nasıl çalıştıklarını anlatmıştı.
CIA’nin bir görevinin gizli savaşlar yürütmek olduğunu anlatan Stockwell, diğer görevinin ise insanların fikirlerini değiştirmek için propaganda yayıcılığı olduğunu, bunun da CIA’nin en önemli işlevlerinden olduğunu söylüyordu.
John Stockwell, kendi yürüttüğü Angola savaşını anlatmıştı:
“Gazetecilere bazen doğru, bazen yanlış bilgi verirsiniz, kullanmak için onların zaaflarından yararlanırsınız. Angola’da ekibimin üçte biri propaganda görevlisiydi. Dünyanın her tarafında propagandacım vardı. Londra’da, Kinshasa’da (Dem. Kongo Cum.’nin başkenti), Zambiya’da vardı. Yazacağımız hikayeleri önce Zambia Times’ta yayınlatıyorduk. Daha sonra onları alıp diğer şehirlere gönderiyorduk. Avrupa’da bize çalışan gazetecilere gönderiyorduk. Reuters ve AFP’de çalışanlar bunları kullanıyordu. Mesela Kübalı askerlerin yaptığı katliamlar, tecavüzleri gibi haberler yayınlanıyordu. Halbuki Kübalıların karıştığı hiç bir katliam yaşanmamıştı. Hepsi yalan, propaganda haberlerdi. Komünistlerin kahvaltıda bebekleri yediği türünden yalanlardı.”
Bob Woodward ile Carl Bernstein şanslılardı.
Hapse atılmak bir yana Pulitzer ödülü bile aldılar.
Ama Amerikan Emperyalizmi çökerken, bir zamanlar kozmetik olarak özen gösterilen demokrasi ve insan hakları da çöpe gidiyor.
Bugün de aynı CIA maşası “saygın basın kuruluşları” (Mesela The Guardian), ABD’nin Irak ve Afganistan’daki kirli çamaşırlarını ifşa eden Wikileaks’ın kurucusu Julian Assange’ı karalayıp hapiste ölmesine yataklık ediyorlar.
Aslında gazetecilik açısından temel mesele şu: Yukarıdan aşağı yapılan gazetecilik zaten her tür manipulasyona teşnedir. Yani patronlar katından, yönetenlerin penceresinden aşağıya, halka bakarsanız, yalan yanlış haberleri onun bunun çıkarı için yayarsınız. Bundan da pek rahatsız olmazsınız. Mesela bizdeki yandaş medya, FETÖ ve CIA medyası böyledir. Genel olarak ana akım medya da böyledir. Sermaye ve hegemonya kol koladır.
Gerçek gazetecilik ise, aşağıdan yukarıya (Pulitzer ödüllü efsane savaş muhabiri ve yazar Martha Gellhorn’un tabiri) yapılan gazeteciliktir.
Yani halkın, ezilenlerin arasına karışıp, işgalcilere ve egemenlere karşı durarak yapılan gazeteciliktir bu.
Riskli fakat onurlu bir iştir.
Hep hatırlanırsınız.
Yukarıdan aşağıya yapılanı ise risksiz ve aşağılıktır.
Siliktir onlar, öldükleri gün unutulurlar.
Merhum Robert Fisk mesela aşağıdan yukarı onurlu gazetecilik yaptı.
Otel gazetecisi olmadı, gitti Filistin’de, Suriye’de mazlumların arasına karıştı.
Uğur Mumcu böyle bir gazeteciydi.
Faşizme ve emperyalizme karşı mücadele etti halkı için.
Ve CIA maşaları onu katletti.
27 yıldır unutulmadı.
Pek çoğunuz merak ediyorsunuzdur; Türkiye’deki CIA gazetecileri de ortaya çıkar mı bir gün?
Umarım çıkar.
Ama muhtemelen zaten onların kim olduğunu biliyorsunuz…
Kimler haberci, kimler propagandacı, üç aşağı beş yukarı belli.
KAYNAKLAR:
http://www.carlbernstein.com/magazine_cia_and_media.php
John Stockwell ifşa videosu için: https://www.youtube.com/watch?v=NK1tfkESPVY