Salı günü Beyaz Saray bahçesinde İsrail ile Sünni Fars Körfezi monarşileri Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasında anlaşmaların imzalanması, ABD Başkanı Donald Trump tarafından “Ortadoğu’da kumun her tarafında kansız barışın” gelişi olarak ilan edildi ve medya tarafından genel olarak “tarihi” denilerek alkışlandı.
Tüm bu şişirilmiş retorik, Washington’da imzalanan kirli anlaşmaların, bölgede potansiyel olarak dünya felaketine neden olacak bir savaş doğrultusunda İran karşıtı bir ekseni sağlamlaştırma çabalarının yalnızca bir parçası olduğu gerçeğini gizlemek için tasarlanmıştı.
ABD-İsrail-Emirlikler-Bahreyn imza töreni, ABD’nin arabuluculuk ettiği önceki iki “barış” anlaşmasının yıldönümlerine yakın bir zamanda düzenlendi: 17 Eylül 1978’de Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Menahem Begin arasında imzalanan Camp David Sözleşmesi ve 13 Eylül 1993’te, yine Beyaz Saray Bahçesi’nde, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı İzak Rabin arasında imzalanan Oslo Anlaşması.
ABD Başkanı Donald J. Trump, Bahreyn Dışişleri Bakanı Dr. Abdullatif bin Raşid ez-Zeyani, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed, Beyaz Saray’ın Güney Bahçesi’nde İbrahim Anlaşması’nı imzalıyor, 15 Eylül 2020, Salı (Tia Dufour’un resmi Beyaz Saray fotoğrafı)
Yıldönümlerinin yakınlığının yanı sıra Trump’ın “İbrahim Anlaşması”nın mimarı olarak saçma bir şekilde kendiyle böbürlenip Ortadoğu’da yeni bir barış dönemi ilan etmesi, Marx’ın şu özdeyişini hatırlatıyor: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi.
1978 anlaşması, hepsi Filistin hareketinin bastırılmasına ve önderlerinin ortadan kaldırılmasına yardımcı olan Arap rejimleri ile İsrail arasındaki ilişkileri “normalleştirme” sürecini başlatmıştı. FKÖ, 1993 anlaşmasıyla birlikte, yozlaşmış Filistin Yönetimi’ni kurarak Filistin’in kurtuluşu için herhangi bir mücadele verme iddiasını terk etti. Filistin Yönetimi’nin temel amacı, işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistin halkına İsrail güvenlik güçleri ile işbirliği içinde polislik yapmaktı.
Salı günü imzalanan anlaşmaların—İsrail ile BAE arasında bir antlaşma ve herhangi bir resmi anlaşma görüşülmeden sürece son dakikada dahil olan Bahreyn ile Siyonist devlet arasında bir niyet “bildirgesi”—“barış” ile hiçbir ilişkisi yoktur.
İlk olarak, Körfez şeyhlikleri ile İsrail arasında hiçbir zaman öfkeyle bir silah ateşlenmemiştir. Anlaşmalar, daha ziyade, rüşvetçi Sünni Arap monarşik diktatörlükleri ile Tel Aviv arasında halihazırda var olan ve çok da gizlenmemiş ticari, ikili ve askeri bağları resmileştirmektedir.
Salı günkü törenin en gülünç özelliklerinden biri, Emirlik ve Bahreyn dışişleri bakanlarının Arap kitlelerinin özlemlerini ve çıkarlarını temsil ettiği iddiasıydı. Şeyh Abdullah bin Zayed El Nahyan BAE’nin iktidardaki kraliyet ailesinden gelirken, Abdullatif Raşid ez-Zeyani, Bahreyn’in acımasız ve baskıcı güvenlik güçlerinin eski şefidir.
Sedat, Camp David’deki tarihi ihanetine imza attığı zaman, bunu bugün nüfusu 100 milyonu geçen Ortadoğu’nun en kalabalık ülkesinin devlet başkanı olarak ve Arap milliyetçiliğinin simgesi Cemal Abdül Nasır tarafından kurulmuş bir rejimi temsilen bunu yapmıştı. O sırada Mısır, İsrail’le çeyrek yüzyıldır neredeyse aralıksız savaş halindeydi.
Nahyan, nüfusun ancak yüzde 11’inin yurttaş olduğu, yaklaşık yüzde 90’ının ise yabancı göçmenlerden oluştuğu bir toprak parçasını yöneten Emirlik kraliyet ailesini temsil ediyor. Göçmenlerin büyük çoğunluğu, yargısız infaz edilmelerine olanak veren diktatörce vize kurallarının gölgesinde acımasızca sömürülen düşük maaşlı Güney Asyalılardan oluşuyor.
Zeyani ise, nüfusun yüzde 70’inin haklarından mahrum, yoksul ve acımasızca bastırılan Şii Bahreynlilerden oluştuğu ve rejim muhaliflerinin keyfi gözaltılara, işkenceye uğradığı ve öldürüldüğü bir ülkeyi yöneten Bahreyn’in Sünni monarşisi adına konuşuyor.
BAE ve Bahreyn monarşileri, İsrail ile ABD’nin arabuluculuğunda anlaşmalar yaparak, Arap burjuva rejimlerinin, İsrail işgaline ve apartheid rejimine karşı Filistinlilerin savunucusu olduğu biçimindeki bayat kurgudan vazgeçtiler. Bu kurgu, 2002’de Suudi Arabistan tarafından başlatılan sözde Arap Barış Girişimi ile sistemli hale getirilmişti. Girişim, İsrail’in tanınmasını, işgal altındaki topraklardan çekilmesine, Filistinli sığınmacı sorununa “adil bir çözüm” bulunmasına ve başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulmasına tabi kılmıştı.
Arap Birliği söz konusu girişimi onaylamış olsa da, geçtiğimiz ay Filistinliler BAE’nin Tel Aviv’le vardığı anlaşmayı kınayan bir tasarı sunduğunda, yapılan oylamada kurul tasarıyı reddetti.
Suud Hanedanı’nın BAE ve Bahreyn’deki kardeş hükümdarlarıyla birlikte Trump’ın Beyaz Saray’ına yapılan “barış” hacına katılmamasının nedeni, kendi girişiminden bu kadar açık bir şekilde vazgeçmenin ve İsrail’e kucak açmanın, hem ülke içinde hem de geniş Müslüman dünyasında meşruiyet iddiasının altını ölümcül biçimde oyabilecek olmasıdır. Yine de, Suudi desteğine son derece bağımlı olan Bahreyn’in İsrail’le anlaşmasına Riyad’ın onay verdiğinden ve Suudi rejiminin, her ne kadar resmi ilişkiler olmasa da, Tel Aviv ile bizzat sıkı işbirliği içinde olduğundan kuşku duyulamaz.
Filistinliler, Salı günü, Washington’daki sahte “barış” anlaşmalarına karşı ilan edilen “öfke günü”nden Batı Şeria’da ve Gazze’de gösteri yaptı. Filistin insan hakları örgütü Al-Haq’ın genel direktörü Shawan Jabarin, anlaşmaların, “Filistinliler için onlarca yıldır açık olan şeyleri” ortaya çıkardığını söyledi: “İsrail’in yasa dışı ilhak ve apartheid adımları, iktidardakilerin, Filistin’de adaleti, hesap vermeyi ve insan haklarını lanetleyerek değilse bile bunlar zararına kendi çıkarlarının peşinden koşmalarını engellemeyecektir.”
Trump, “hakkımızda güzel şeyler söylemedikleri” gerekçesiyle ABD’nin Filistinli sığınmacılara yönelik yardım programlarına katkısını kesmesinden haydutça bir gururla söz etti ve BAE ve Bahreyn ile yapılan anlaşmaların Filistinlilere yönelik teslim olma baskısını artıracağını öne sürdü.
Netanyahu, tıpkı Trump gibi, Beyaz Saray törenini, yolsuzluk rüşvet ve güven ihlali suçlarından yargılandığı koşullarda ve COVID-19 vakalarının yanı sıra ekonomik krizin artmasının ortasında (işgücünün yüzde 21’i işsiz), kendisinin ülke içi imajını güçlendirmek için kullanmayı amaçlıyordu. İşgal altındaki Batı Şeria topraklarının ilhak edilmesinden vazgeçmesi ve sözde “iki devletli çözüm”ü desteklemesi konularındaki boş lafların sağcı tabanını soğutacağı korkusuyla, BAE ile anlaşma imzalanana kadar içeriğini gizli tuttu.
Netanyahu, ilhakın halen “masada” olduğu konusunda ısrarcı. İmza töreninden önce Trump’la birlikte düzenlenen basın toplantısında bu soru sorulunca, ABD başkanı şu yanıtı veriyordu: “Bu konuyu şimdi konuşmak istemiyoruz.”
Beyaz Saray bahçesinde imzalanan anlaşmaların Ortadoğu’da barışa doğru bir adım olduğu fikri, bölgede ABD’nin önderlik ettiği İran karşıtı eksenin devam eden savaş tehditleriyle çelişmektedir.
Tahran, Salı günü, Trump’ın İran’ı doğruluğu kanıtlanmamış haberler üzerinden tehdit etmesinin ardından Washington’ı “stratejik bir hata” yapmaya karşı uyardı. Trump, Tahran’ın, İranlı General Kasım Sülaymani’nin Ocak ayında ABD tarafından insansız hava aracıyla öldürülmesinin intikamını almak için ABD’nin Güney Afrika büyükelçisini öldürmeye hazırlandığını iddia etmişti. Güney Afrikalı yetkililer, bu yönündeki haberleri temelsiz diyerek reddettiler.
Trump, Pazartesi günü, İran’ın yapacağı herhangi bir saldırının “bin kat büyük” bir misilleme ile karşılaşacağı tehdidinde bulunmuştu.
İran donanması, geçtiğimiz hafta, stratejik Hürmüz Boğazı’nda İran’ın askeri tatbikatlarının yapıldığı bir bölgeye yaklaşmaya çalışan ABD savaş uçaklarını uzaklaştırdığını bildirdi.
Trump’ın 2018’de İran’ın dünyadaki büyük güçlerle yapmış olduğu nükleer anlaşmayı feshedip, İran halkına bir savaş durumuna denk olan tek taraflı yaptırımlar uygulamaya başlamasından beri askeri gerilimler artmaya devam ediyor.
Yemen’de Suudilerin önderliğinde ABD’nin desteğiyle sürdürülen hava bombardımanları can almaya devam ediyor. Son beş yılda yaklaşık 200 bin kişi öldürülürken, yaklaşık 10 milyon insan açlıktan ölümün eşiğine getirildi. “Barış” anlaşmalarının yan ürünlerinden birinin, BAE’ye F-35 savaş uçakları ve başka gelişmiş silahlar satılması olması bekleniyor. BAE de Yemen’e karşı soykırımsal savaşın bileşenlerinden biri.
Bu arada İsrail, bir yandan Lübnan’da Hizbullah’a karşı yeni bir savaş başlatma tehdidinde bulunurken, Suriye’de de İran bağlantılı olduğunu iddia ettiği hedeflere hava akınlarını sürdürüyor.
ABD emperyalizminin, hem Demokrat hem Cumhuriyetçi yönetimler altında, bu petrol zengini bölgede egemenliğini ileri sürme biçiminde uzun zamandır devam eden yönelimi, Ortadoğu’da barışın önündeki başlıca engeldir. Washington’ın İran’da rejim değişikliği için giderek artan kampanyası, “büyük güç” çatışmasına, yani bir üçüncü dünya savaşına hazırlık olarak Çin’i ülkenin kaynaklarından ve stratejik konumundan yoksun bırakmayı amaçlamaktadır.
Bill Van Auken
WSWS