Son birkaç haftadır Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkileri normalleştirme yolunda adımlar atıldığını, bu konuda ABD ve Suudi yetkililerin görüşmeler yürüttüğünü okuyoruz. Adeta Biden yönetiminin Orta Doğu konusundaki sözcüsü konumunu alan New York Times yazarı Thomas Friedman’ın aktardığına göre Suudiler ABD’den, NATO’dakine benzer bir güvenlik anlaşması, sivil nükleer program desteği ve gelişmiş Amerikan silahlarını satın alabilmeyi talep ediyor. ABD ise Yemen’deki savaşın bitirilmesini, Filistin yönetimine daha önce görülmemiş ölçüde bir yardımın yapılmasını ve Çin ile ilişkilerini sınırlamasını istiyor. Friedman’a göre, Suudilerin İsrail’den talebi ise iki devletli çözümün masada kalması olacak.
İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen’in Wall Street Journal’a yazdığı makaleden de olası bir normalleşme için Suudilerin ABD’nin İran nükleer tehdidine karşı kendilerini korumasını beklediklerini ve bu koşulun İsrail tarafından da desteklendiğini öğreniyoruz. Bunun için Kore örneğini ön plana çıkarıyor Cohen. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise İsrailli gazetecilere vermediği mülakatları yabancı gazetelere vermeye devam ediyor. Bloomberg’e verdiği röportajda, Suudi Arabistan ile olası bir normalleşmeyi her iki tarafı da ihya edecek ekonomik bir barış olarak tanımlıyor. İlginç olan Filistin meselesinin önemini yok sayarak “artık yaptım demek için yapılan, yapılacaklar listesinde üzeri çizilmesi gereken bir madde” olarak tanımlaması. Benzer bir bakış açısını Friedman’ın makalesinde de görüyoruz. “Suudiler Filistin meselesiyle özel olarak ilgilenmiyor veya barış sürecinin incelikleri hakkında bilgi sahibi değil,” diyor yazar. Ancak durum pek de öyle değil.
ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın Mayıs ayından itibaren iki kere Suudi Arabistan’ı ziyaret etmesi, Biden yönetiminin Suudi Arabistan- İsrail normalleşmesine ne kadar önem verdiğini ve başarılı olması durumunda Biden’ın Orta Doğu’daki imzasını oluşturacağını söylemek mümkün. Ancak Joe Biden’ın 2020 seçim vaatlerine baktığımızda, Trump’ın Orta Doğu politikasını özellikle Suudi Arabistan ile yakın ilişkisini sert bir dille eleştirdiğini ve gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın veliaht prensin emriyle öldürüldüğüne inandığını söylediğini hatırlayabiliriz. Öyle ki insan haklarını hiçe sayan “parya devlet” (pariah state) olarak tanımladığı Suudi Arabistan’ı dışlama politikası güdeceğini de söylemişti. Fakat Ukrayna savaşı, petrol fiyatlarının dengesizliği, Çin rekabeti nedeniyle evdeki hesap çarşıya uymadı ve Temmuz 2022’de çok eleştirilen Suudi Arabistan ziyaretini gerçekleştirdi. Ancak bu ziyaret ikili ilişkilere verilen zararı karşılamaya yetmedi. Bir yandan İran tehdidi bir yandan ABD’nin bölgeden çıkma adımları ile karşı karşıya kalan Suudi Arabistan kendisine farklı bir yol çizmeye başladı.
Ekonomik can damarı olan Aramco tesislerine Eylül 2019’da yapılan saldırı sonrasında ABD’nin İran’ı cezalandıracak adımları atmaktan imtina etmesi nedeniyle Suudi Arabistan bir müttefik olarak ABD’nin güvenilirliğini sorgulamaya başlamıştı bile. O tarihten itibaren Suudi Arabistan, bölgeselleşme, müreffeh bölge için rekabet değil işbirliği söylemleri ve arabuluculuk çabalarıyla dikkat çekmeye başladı. Bu çabaya yakın tarihte Sudan’da ve Ukrayna savaşında da tanık olduk. ABD’ye karşı oluşan güvensizliğinin devam ettiğini ise, ezberleri bozacak şekilde İran ile yeniden diplomatik ilişki kurması ve bunu Çin aracılığıyla yapmasından görebiliyoruz. Bu gelişmeyi Çin’in Orta Doğu’daki yükselişinden çok Suudi Arabistan’ın ABD’ye mesaj vermek için seçtiği bir yol olarak yorumluyorum. Yani bu diplomatik başarıyı Biden’ın yarattığı hayal kırıklığı nedeniyle Pekin’e verilen bir hediye olarak düşünebiliriz. Böylece Washington’un dikkatini çekmek ve kendisini hatırlatmak istiyordu, bunu da başardı. ABD ise Suudi Arabistan- İsrail normalleşmesi üzerinden Orta Doğu’da hala oyun kurucuyum diyor. Burada önemli bir konuyu da hatırlatmak gerek. Her ne kadar Çin bir çok açıdan ABD’nin yerini tutamasa da, unutmamak gerekir ki 2030 Vizyonu ile gelirlerini çeşitlendirmeyi amaçlayan Suudi ekonomisi hâlâ petrole bağımlı ve Çin, Suudi Arabistan’ın en büyük müşterisi.
Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesine gelirsek, bunun Washington’da görkemli bir tören ve el sıkışılan tarihi fotoğraflarla gerçekleşeceğini düşünmüyorum. Suudi Arabistan’ın İbrahim Anlaşmalarına katılacağı da beklenmiyor. Ancak İbrahim Anlaşmalarından alınan dersler ışığında bu pazarlıkların içinde Filistin meselesinin daha net bir şekilde yer alacağını öngörüyorum. Yani bu konunun Netanyahu ve Friedman’ın belirttikleri gibi önemsiz olduğunu düşünmüyorum. Tam tersine, Suudi Arabistan gibi sembol bir ülkenin yapacağı anlaşmanın meşruiyeti için Filistin meselesinde elle tutulur bir gelişme şart. Son Arap Birliği Zirvesi deklarasyonunu ve bir kaç gün önce Suudi Arabistan’ın Ürdün büyükelçisinin ilk kez yapılan bir atamayla aynı zamanda Filistin Yönetimi ve Kudüs’ün (ikamet etmeyen) başkonsolosu olarak görevlendirilmesini Filistin meselesinin önemini İsrail’e hatırlatan bir mesaj olarak okuyabiliriz.
Ancak bir de labirentimiz mevcut. Her şey yolunda gitse dahi Suudi Arabistan bu başarının mimarının Biden olmasını istemiyor. Yani zamana yayıp ABD seçimlerini bekleyebilir. Biden ise bir yandan bu başarıya ihtiyaç duyarken, bir yandan da yargı reformu adına yapılanlar nedeniyle Netanyahu başbakanlığında bu normalleşmenin gerçekleşmesine gönlü razı değil. Netanyahu ise “bir başka ligin oyuncusu” söyleminden çoktan vazgeçti. Olası bir normalleşmeyi politik kazanç olarak değil üzerindeki iç ve dış baskıyı azaltmak için kullanmak isteyecektir. Her hâlükârda, Suudi’lerin talep edeceği Filistin meselesi ile ilgili en ufak bir iyileşmeyi, başında bulunduğu aşırı sağcı ve dinci koalisyonla gerçekleştirmesi imkansıza yakın. Oysa İsrail Dışişleri Bakanı Cohen’e göre normalleşmenin eli kulağında ve buna engel olan “İsrail toplumunu parçalayan protestocular.”
Son olarak, Suudi Arabistan- İsrail normalleşmesini bir sonuç olarak değil bir süreç olarak değerlendirmek gerekir. Bu normalleşme aslında Arap Baharı’ndan beri devam ediyor. O dönemki Sünni-Şii gerginliğinde İsrail, ortak İran tehdidi karşısında Sünni bloğun doğal bir üyesi kabul edilmişti. 2014 yılında dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman Suudi Arabistan ile gizli görüşmelerin başladığını duyurmuştu. 2020’deki İbrahim Anlaşmaları yeni bir dönemin kapılarını aralarken, Suudi Arabistan bu anlaşmalara olurunu vermiş ve hava sahasını İsrail’e açmıştı. Ortak İran tehdidi, Suudi Arabistan’ın bölgesel ittifakı önceleyen dış politikası ve Doğu Akdeniz’deki bölgesel işbirliği olanakları bu normalleşmeyi çoktan başlattı. Unutmamak gerekir ki, Suudi Arabistan uzun zamandır İsrail’in Orta Doğu’daki varlığını kabul ediyor ve barış için zemin yokluyor. Bunu hazırladığı 1982 ve 2002 barış girişimlerinden ve desteklediği İbrahim Anlaşmasından da görebiliyoruz. Hatta güçlü bir İsrail, ortak İran tehdidine karşı önemli bir avantaj oluşturuyor. Bu nedenle yargı reformu tartışması nedeniyle kutuplaşmış ve zayıflamış görünen bir İsrail sadece ABD için değil Suudi Arabistan için de ciddi bir kaygı kaynağı.
Karel Valansi/T24