Cuma, Kasım 22, 2024

Son Haberler

İlgili Yazılar

Amerika’nın yükselişi ve çöküşü / Kaan Çebe

Amerika Birleşik Devletleri, 16. yüzyılda Avrupalı kolonilerin Güney Amerika’yı sömürmek için kıtaya gelmesi ile kurulmaya başlamış bir devlettir. Bu kolonyal güçlerden birisi olan Britanya, 1733 yılında kıtada 13 tane koloni istihdam etmeyi başarmıştı. Bölgede yaşayan yerleşimcilerin ağırlıklı olarak evlerini terk edip bölgeye intikal eden İngiliz göçmenler olduğunu bu sebeple söyleyebiliriz.

1760’larda, İngilizler ağır vergiler ve baskıcı kanunlar çıkarmak sureti ile koloniler üzerinde baskı kurmaya başladılar. Bu durum imparatorluğun batılılar arasındaki popülerliğini kaybetmesine neden oldu. Diğer koloniler, bu baskıların kendi haklarına karşı gerçekleştirilmiş bir tecavüz olduğunu savunmaya başladılar. Amerika’nın kurucularından olan George Mason şöyle söylüyor: “Biz, İngilizlerin imtiyazlarından ve özgürlüklerinden başka bir şeyi talep etmedik. Tıpkı Büyük Britanya’dayken kardeşlerimiz için talep ettiğimiz gibi.”

1770’lerin başlarında, İngilizlerin hakları için mücadele edenler, İngilizlerin bu ağır kanunları karşısında direnen birçok protestocu grup bulmaya başladılar. “Boston Tea Party” hareketi ve bu hareketi gerçekleştiren grup bunların en bilinenidir.

Boston Çay Partisi (İngilizce: Boston Tea Party), Amerika’daki kolonistlerin Büyük Britanya’dan gelen yüksek vergili çayı ve Büyük Britanya’yı protesto etmek için 16 Aralık 1773’te Boston Limanı’nda İngiliz gemilerindeki tonlarca çayı Kızılderili kılığına girerek denize dökme eylemidir. Bu eylem Amerikan Bağımsızlık Savaşını çıkartan kıvılcımlardan birisi olacaktır.

boston-tea.jpg

Bu duruma isyan eden diğer koloniler, kendi bağımsızlıklarını ilan edip kendilerini temsilen politik kararlar alacak bir kongreyi ikame etmek için pratik adımlar atmaya giriştiler. 1775 yılında ise Britanya İmparatorluğu ve diğer koloniler arasında bir savaş patlak verdi. 1776 kongresinde ise bağımsızlıklarını ilan ettiler ve İngiliz monarşisini reddettiklerini bildirip ayrı bir millet oldular.

İşte böylece Amerika Birleşik Devletleri, kendilerini İngilizlerden ayrı olarak “Amerikalı” diye tanıtan diğer kolonicilerin kurduğu bir devlet olarak tarih sahnesinde yerini almış oldu.

Amerika’nın “Dünya’nın Süper Gücü” Olarak Ortaya Çıkışı

Birleşik Devletler, bağımsızlığını ilan etmeyi başardıktan sonra, topraklarını genişletmek ve bölgede kalıcı olmak için yürüttükleri politikalarında, daha önce İngilizlerin kendilerine uyguladıkları baskıcı politikaları aratacak nitelikte kanunlar uygulamaya başladılar. Amaçlarını gerçekleştirmek ve batı yönüne doğru topraklarını genişletebilmek için, Amerikan Yerlilerine yönelik inanılmaz soykırımlar ve katliamlar gerçekleştirdiler. Bağımsızlık bildirgelerinde geçen en önemli cümle olan “Her insan eşit olarak yaratılmıştır.” Sözündeki “insan” kelimesi, anlaşılan o ki sadece “beyaz”ları temsil etmekteydi. 1830 yılında çıkarılan “Kızılderili Tehcir Yasası” ile bölgede yaşayan yerliler, kendi topraklarından çıkarıldılar. Böylece Birleşik Devletlerin bayrağı, daha fazla toprak parçası üzerinde dalgalanmaya başlamış oldu.

Bununla birlikte artan çiftlik alanlarında çalıştırılmak üzere istihdam edilmesi lazım gelen köle ihtiyacı da artmış oldu.

Birleşik Devletler genelinde 1790 yılında 700.bin olan köle sayısı. 1860 yılında tam 4 milyona yükselmişti. Bu baskıcı yönetim ve sömürü düzeni, Birleşik Devletlerin ekonomisini büyütmesine ve 1870 yılında da dünyanın en büyük ekonomisi olmasına sebebiyet vermiştir.

19. yy ABD kölelik sistemi ile ilgili Amerikalı yazar John Steinbeck’in “The Grapes of Wrath” – Gazap Üzümleri  – adlı eseri, dönemin sosyolojisini kavramak açısından oldukça mühimdir. Bu eser daha sonraları sinemaya da uyarlanmıştır.

Sonrasında gerçekleşen Amerikan – İspanya savaşları ve hem 1. hem de 2. Dünya Savaşında

oynadığı rol, aynı zamanda Birleşik Devletlerin büyük bir askeri güç haline geldiğini de bizlere gösterdi. Nazi Almanyasının 2. Dünya Savaşında yenilmesinin ardından, dünya çift kutuplu bir sistemin içine doğru sürüklendi. Dünyadaki tüm uluslar, bu iki kamptan birisini seçmek zorunda bırakıldı. Amerika ve Sovyetler Birliği.

Bu iki süper güç arasındaki ilişki bir yandan ekonomik ve askeri rekabet ortamıyla körüklenirken, diğer yandan da politik fikir ayrılıklarıyla yerleşik bir hale getirildi. Böylece onlar kendi nükleer kapasitelerini artıracak bir fırsatla yüz yüze geldiler. Netice ise yıkım doğuran bir savaş ortamından ziyade, mücadele dolaylı yoldan idare edilen stratejik müdahalelere dönüştü.

Zayıf devletler ise, kendilerini talihsiz bir şekilde (dahil olmak istemeseler dahi) bu iki cepheden birisinde buldu. Batılı savaş tarihçileri tarafından “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bu durum, aslında savaş değil, sadece “soğuk” isminin hakkını vermiştir. Sovyetler Birliği’ne gelince, onlar mücahidlerin ellerinde yenilgiyi tattıktan 2 yıl sonra dağılıp gitmiş ve birçok farklı ülkeye ayrılmıştır. Bunun ardından da Amerika, aniden kendisini dünyanın tek kutuplu lideri olarak buldu. Bütün dünyayı da, yeni elde ettiği bu hegamonik tek kutuplu gücü tanıması için mecbur bıraktı… Böylece bir zafer sarhoşluğuna tutuldu.

Bir Neo-Muhafazakar yazar olan Francis Fukuyama, “Tarihin Sonu ve Son İnsan” adlı kitabında şöyle söylüyor: “Şahit olduğumuz şey, sadece soğuk savaşın sona ermiş olması değildir. Ya da postmodern savaşın parçaları arasında bir geçiş de değildir. Şahit olduğumuz, bir tarihin yok oluşudur. Burada bizler insan yapımı ideolojilerin evrilebileceği son noktayı ve batı dünyasının liberalleşen demokrasisinin nasıl universal bir hal aldığını görüyoruz.”

fukuyama.jpg

Amerikan İmparatorluğu, hakimiyetini ve dış politikasını yalan ve aldatıcı bir propagandanın pelerini ardına saklanarak yapmaktadır. Bunun için Amerikan demokrasisi adı altında kullandıkları “insan hakları”, “özgürlük” ve “adalet” gibi kavramlarla kendilerini şirin göstermeye çalışmaktadırlar. Lakin dış dünya için savundukları bu argümanları, kendi iç bünyelerinde tatbik etmekten uzaktadırlar. Amerika 1945 yılı ile 2000 yılları arasında 40’dan fazla hükümeti devirmiştir. Baskıcı rejimlere karşı ayaklanmak amacıyla başlatılmış 30’dan fazla halk hareketini “ezmiş”tir. Milyonlarca insanı öldürmüş ve nice milyonları da esir etmiş nicelerini de ızdırap ve umutsuzluk dolu bir hayata sürüklemiştir.

George Bush, Birleşik Devletlerin hegomonik stratejisini tanımlarken dünyanın geri kalanından çekinmeden durumu özetlemiştir. “Dünya öncelikle 2 büyük kutba bölünmüştü. Lakin şu an tek bir ruh ve üstün bir güç var: Amerika Birleşik Devletleri”… Bunu korkusuzca söylüyoruz ki dünya bizim sahip olduğumuz güce güveniyor ve bu güveninde de haklı. Onlar bize güvenmekle hoşgörünün tarafında olduklarını biliyorlar. Onlar neyin doğru olduğunu görmek için bize güven duyuyorlar.”

Hakikatte “doğru” kelimesi, farklı insanlar için farklı anlamlar ihtiva edebilir. Lakin Bush yönetimi ile başlayan ve ardından devam eden Amerikan politikaları, yıkım, katliam ve her çeşit korku verme unsurlarını kendisine düstur edinmiştir. İsrail’e olan desteğini artırarak sürdürmüş ve bunun neticesi olarak İslam Dünyasındaki diktatörlerin iyice kökleşip sağlamlaşması için mücadele vermiştir. Kısa sürede verilen kararlarla başlattığı savaşlarda kullandığı kimyasallarla nice DNA hasarı etkili doğumlara sebep olmuştur. Hatta bu durumdan kendi askerlerini dahi koruyamaz hale gelmişlerdir. Amerikalılar, kendi çıkarlarını korumak için canlarını veren askerlerinin dahi haklarını koruyacak etik savaş kurallarından yoksunken Müslümanların hangi hakkını savunabilirler ki?

Irak ambargosu ve devamında gelen işgal, 1 milyon Iraklının hayatına mal oldu. Askeri güçler, Müslümanlar tarafından kutsal olarak sayılan Arap Yarımadasına çıkarıldı ki bu bölge bizim için Müslüman olmayanların ayak basmalarının yasak olduğu bir yerdir. Bunun ardından da savaş esirlerine yapılan cinsel istismarlar, tecavüzler ve nice işkenceler geldi…

Amerikalıların Müslüman Dünyasını İşgal Etmesi

Avrupalı sömürgeciler, Müslümanların beldelerine 19. Yüzyılda musallat oldular. 20. Yüzyılın başlarında da Osmanlı hilafetini yıktılar. Böylece İslam Dünyası birçok küçük devletlere bölündü ve sömürgeciler de 1916 yılındaki Sykes-Picot anlaşması üzerinden ülkelerimizi sömürmeye başladılar. Bu durum İslam Dünyasında 2. Dünya Savaşının sonuna kadar devam etti. Bunun ardından Birleşik Devletler ve USSR sömürdükleri bölgelere bağımsızlık vermeye karar verdiler. Böylece sömürgeciler, İslam Dünyasında yeni bir sömürge düzeni meydana getirerek maddi (petrol vs.) kazanç sistemi üzerine kurulu bir düzen kurdular.

Müslümanların müttefiki olan ülkeler de iki süper güç şeklinde kutuplaşan dünyada bir taraf seçmek zorunda kalırken, İslam ülkeleri de doğrudan sömürge güçleri tarafından yönetilir bir hale geldiler. Böylece de her bir ülke dolaylı yollardan 2 süper gücün hizmetine girmiş oldu. Üstelik tüm bunlara rağmen Müslümanlar bir kazanç elde ettiklerini zannederek bağımsızlıklarını ilan ettikleri günleri bayram olarak kutlamaya başladılar. Kurulan uluslararası şirketlerle beldelerimize gelip zenginliklerimizi sömürmeye ve böylece de halklarımızı içinden çıkılması zor güçlüklere ve zor şartlara sürüklediler. Amerikan pazarının yaygınlaşabilmesi için, insanlarımızı bir köle olarak kullandılar.

Böylece ülkelerimizin kendi geçimleri için üretmesi gereken tüm zenginlikleri sömürerek kendi ülkelerine taşıdılar. Amerika genel manada en fazla Suudi Arabistan, Türkiye, İran (1979 devriminden önce) ve Pakistan’da yerleşti ve bu ülkelerin halklarına nice eziyetler çektirdi.

Bu Neo-Sömürü düzenine ek olarak, Amerikan Devleti İsrail’e elinden gelen bütün desteği 1967’den beri aralıksız olarak vermektedir. Meşhur 6 gün savaşlarında İsrail Devleti, Cemal Abdunnasır’ın ordusunu yerle bir etmiştir. Bu ordu Sovyetler Birliği ile müttefik olduğu için ABD tarafından tehdit olarak görülmekteydi. Amerika’nın en birinci önceliği, Orta Doğu’da İsrail devletinin güçlendiğini görmektir. Bu uğurda düzenli olarak İsrail Devletine milyarlarca dolarlık askeri yardımlar yapmaktadır.

İsrail ise Mescid-i Aksa’nın da içinde bulunduğu toprakları işgal ettikten sonra, Filistinliler üzerine uyguladıkları akıl almaz baskı politikasını sürdürmektedir. Birçok Filistinli Müslümanın, Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi komşu ülkelere göç etmelerine sebep olmuştur. Böylece Gazze ve Batı Şeria, tamamen bir açık hava hapishanesine döndürülmüştür.

Onlar bir yandan masumları öldürürken diğer yandan insanları canlı kalkan olarak kullanmaktadırlar. İnsanları kaçırarak onlara işkence yapmakta, evleri yıkmakta, yaralıları taşıyan ambulansları durdurmakta ve insanların özgürlüklerini kısıtlayan sokağa çıkma yasakları ilan etmektedirler. İsrail’in bu yaptıkları sadece Gazze ve Batı Şeria ile kısıtlı değildir.

Onlar topraklarını Siyonist sınırlara kadar genişleterek Lübnan, Mısır, Ürdün, Türkiye ve Suriye’yi de içine alan büyük İsrail Devletini kurmak için çabalamaktadırlar. Bu sebeplerle birçok defa Güney Lübnan’ı, Golan tepelerini ( ki hala işgal altındadır), ve Sina Yarımadasını işgal etmişlerdir. Burada insanlık tarihinin en acımasız katliamlarından birisi olan Sabra ve Şatila katliamlarını gerçekleştirmişler ve mülteci kamplarında yaşam mücadelesi veren 2000 tane Filistinliyi, kadın ve çocukları dahi ayırmadan acımasızca katletmişlerdir.

1991 yılında Sovyetler Birliğinin çökmesiyle, ABD kendisini yeryüzünün tek büyük gücü olarak görmeye başladı. Bunun ardından ise Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgali geldi. Bu fırsat, Amerikalıların tüm dünyaya patronun kim olduğunu göstermesi için ele geçen çok güzel bir fırsattı. Gün, Irak işgali için gelip çattığında ise Amerika, sayıları yüz binleri bulan kadın ve çocuğu katletti. Sivil yerleşim alanlarını, elektrik istasyonlarını, rafinerileri, telekomünikasyon şebekelerini, köprüleri, yolları tamamen yok etti.

Çok sayıda Iraklı çocuk, Amerika’nın savaş sırasında kullandığı kimyasallar sebebiyle sakat doğdular. Kendilerine esir almaları yasaklanan Amerikan askerleri, çok sayıda Iraklıyı yargılamadan umarsızca katletti. Irak halkının başına gelen bu felaketler, Körfez savaşının sona ermesiyle de bitmedi. Devreye Birleşmiş Milletler girdi ve Irak’a ambargo uygulanması kararı alındı. Ambargoyla beraber gelen askeri işgalde ise 1,5 milyon Iraklı çocuk katledildi. Lakin katledilen çocukların bu sayısı, batılı işgalci güçlerin pek de umurlarında değildi. Birleşik Devletlerin BM temsilcisi olan Madeleine Albright, kendisine sorulan : “Irak işgalinde yarım milyon çocuk öldü. Bu sayı Hiroşima’da meydana gelen ölümlerden dahi fazla. Sizce tüm bunlara değdi mi?” şeklindeki soruya ; “Biz değdiğini düşünüyoruz.” cevabını vermiştir.

Sovyetler yıkıldığından bu yana kendisini süper güç olarak lanse eden bu devlet, bizlere gerçek terörün ne olduğunu gösterdi. İslam ülkelerinin başlarında olan yöneticilerin tamamını kendisine bağladı. Bunların birçoğu daha önce Sovyetlerin güdümünde olmasına rağmen, kıvrak bir U dönüşü ile saflarını değiştirip Amerika’nın tarafına geçtiler. Günümüzde İslam ülkelerinin maruz kaldığı saldırgan rejimlerin tamamı aslında Amerika’nın hizmetine sunulmuş yönetimlerdir. Diğer bir yandan baktığımızda, işlenen bu suçların ve cürümlerin neticesinde meydana gelen Anti-Amerikancılık fikirleri, Müslüman halkların içinde bir isyan iklimi meydana gelmesine de sebep olmuştur.

Ve Mücadele Başlar

Hilafetin ilgasının ardından, bu merciinin geri dönmesi için mücadele eden herkes, İslam ülkelerinin başlarında onları demir bir yumrukla yöneten diktatör yönetimlerin hedefine oturmuştur. Bu baskıcı rejimlerin ardındaki güç ise bellidir;

“Amerika ve müttefikleri”

1990’lı yıllara gelindiğinde ise artık Müslümanlar şunu iyice anladılar; Hilafetin geri gelmesi, ancak ve ancak Amerika’nın yok olması ve buna mukabil elini Müslümanların üzerinden geri çekmesi ile mümkün olacaktır.

 Tüm bu gelişmelerin ardından da, 11 Eylül 2001 tarihinde tüm dünyanın gözleri önünde Amerika’nın imajını yerle bir eden bir olay yaşandı. Amerikalılar, evlerinde güven içerisinde bir hayat sürdüklerini düşünürken başlarına gelen bu saldırının acı veren tadını almışlardı. Dünya Ticaret Merkezi, Pentagon ve Beyaz Saray’ı (Beyaz Sarayı vurmak için hareket eden uçak hedefine ulaşamamıştır) hedef alan bu saldırılarda Amerika’nın ekonomik, askeri ve politik hegamonyasına saldırılmış olunuyordu. Artık Amerika, bu saldırıların intikamı için dış politikasını çok daha saldırgan bir hale getirmiş, kendisine hedef seçtiği Afganistan’ı, Taliban ve El-Kaide’yi yok etmek sloganıyla işgal etmeye karar vermişti.

Böylece Amerika Afganistan’ı işgal etti ve direnişçiler, dağlara çekilerek mücadelelerini sürdürmeye devam ettiler. Amerikalılar taktiksel olarak düştükleri büyük bir hata ile, savaşı kazanacaklarını düşünmeye başladılar ve bu düşüncelerle de 2003 yılının Mart ayında, hem petrolü gasp etmek, hem de İslam dünyasının tam kalbinde bir müttefik ve askeri üs daha edinmek amacıyla Irak’a savaş ilan ettiler. Saddam Hüseyin rejimi, doğru düzgün bir direnişin esamesini dahi göstermeden işgalcilere yenilip teslim oldular. Mayıs ayının ilk günü, “Görev Tamamlandı” -MISSION ACCOMPLISHED- yazılı bir pankartın önünde konuşan George Bush, “ABD ve müttefikleri Irak’taki savaşı kazanmıştır” şeklinde bir açıklama yaptı. İşte bundan sonra sahneye Iraklı direniş grupları çıktılar ve Irak’ı haçlı işgalcilerden kurtarmak için mücadeleye başladılar.

Aylar geçmeden Amerikan askerleri, direnişçilerin ayaklarının altında ezilip yok olmaya başladılar. Çıkarlarına darbe vuruldu, araçları patlatıldı, askeri üsleri ardı ardına yok edildi.

Aynı anda Afganistan’daki savaşta da direnişçiler Amerika’ya karşı saldırılarını artırdılar. Taliban tam da bu dönemde Amerikalılara karşı saldırıların artırılması kararını aldı. Yıl 2006’ya geldiğinde Afganistan savaşını kazandığını düşünen Amerika, önce İngilizlerin, sonra da Sovyetlerin düştüğü durumdan daha beterine çoktan düşmüş durumdaydı.

Amerika’nın Düşüşü

Bugün geldiğimiz şu durumda, artık Amerika’nın kılını kıpırdatacak durumu kalmamıştır. Hem Özellikle Afganistan özelinde mücadele gösteren Taliban hareketi, şimdiye dek, Amerika’nın dünyanın tek lideri olduğu düşüncesini artık silip yok etti. Zira Amerika, Afganistan ve Irak işgalleriyle, genelde tüm dünyayı, özelde ise İslam Ülkelerini yıldırmak istemişti. Hem teknolojik hem de askeri olarak elinde tuttuğu çokça imkanla ön plana çıkarak çok kısa süreler içerisinde bir çok ülkede hükümetler deviren, gücünü kullanarak tüm dünya ülkelerine diz çöktüren Amerika, artık elindeki toprak parçalarını dahi bir avuç direnişçinin saldırılarından koruyamayarak Afganistan’ı terk etmiştir.

Amerika için Afganistan macerası, baştan sonra bir hayal kırıklığı olarak tarihe geçmiştir. Zira Amerika’nın Afganistan’daki çıkarları, burada faaliyet gösteren direnişçi savaşçılar tarafından yerle bir edilmiştir. Taliban, tüm dünyaya Amerika’nın aslında kendilerinden korkulmaya değmeyecek bir ülke olduğunu, ve sabırlı bir direniş hareketiyle bu süper gücün yenilebileceğini ispatlamıştır.

Afganistan, artık Taliban’ın yönetimi altında… Bundan sonraki süreç artık sadece bir zaman meselesi olarak göze çarpıyor.

Amerikan halkı, yıllardır hükümetlerinin umutsuzca verdiği saçma kararlarla atıldığı maceralardan yorulmuş bir durumda. Amerikalı aileler, evlatlarını hükümetin emperyalist çıkarlar için yapılan savaşlarına göndermek istemiyorlar. Afganistan ve Irak’ta binlerce Amerikan askeri ölürken, on binlercesi ise yaralı olarak ülkesine geri döndü. Bu durum artık günümüzde Suriye sahası için de yaşanmayı bekleyen bir hakikat olarak Amerikalıların önünde duruyor. Emekli askerler ise, masum sivillere karşı işlenen akıl almaz suçlardan oluşan bir hatıra topluluğu ile hayatlarının sonuna kadar vicdanlarının kendilerine vereceği işkenceye katlanmak zorundalar.

Ekonomik olaraksa Amerika tam bir çıkmazın içerisinde. İslam ümmetine karşı başlatılan savaşın bedeli trilyon dolarları aşmış durumda. Bu savaşlarla Amerika’nın borçları 16 Trilyon doları geçirmiş durumda. Global Finansal krizler, bizlere geri kalmış ülkeler olarak tanıtılan ülkelerden ziyade Amerika’yı etkisi altına almaktadır. Bu krizler neticesinde zenginler ve fakirler arasındaki mesafe iyiden iyiye artmakta ve orta seviyedekilerin sayısı giderek azalmaktadır. Zenginler aşırı bir refah içerisinde sefa sürerken, fakirler ise bir o kadar sefalet içinde yaşamaktadırlar.

Amerika her daim kendisini demokrasinin muhafızı ve insan haklarının koruyucusu olarak lanse eder. Buna rağmen “Terörle Savaş” adıyla başlattıkları bu mücadeleleri boyunca, kendi koydukları bu insan hakları sınırlarını defalarca ihlal ettiklerine bütün dünya şahit olmuştur. Bütün dünya, Ebu Gureyb hapishanesinde yapılan “Geliştirilmiş Sorgu Teknikleri” adı altındaki akıl almaz işkencelere şahitlik etti. Müslümanların atıldığı gizli hapishanelerde yapılanlar da cabası. Guantanamo hapishanesindeki çocuk mahkumlar, Irak ve Afganistan’da katledilen milyonlarca sivil… Bütün dünya, Amerika’nın kendisine biçtiği “iyiliğin bekçisi” rolünün ne kadar yalan olduğunu, hakikatte onların insan haklarını yerle bir eden bir ülke olduklarını anladı.

Bu gerçeklerin neticesi olarak Amerika için, Irak ve Afganistan hezimetleri gelmiş oldu. Böylece Afganistan’dan tamamen çekilmeye, Irak’taki askeri varlığını ise azaltmaya ve bundan sonra da aynı şekilde uzun sürecek bir savaşa katılmayacaklarını ilan etmeye başladılar.

ABD Savunma Bakanlığı sekreteri Chuck Hagel, Amerikan ordusunun bundan böyle 1940’lı yıllardaki barış dönemindeki en küçük haline geri çekileceğini söyledi : “… Irak ve Afganistan’daki durumdan sonra askeri olarak uzun soluklu bir savaşa girebilecek durumumuzu yitirdik.” Böylece Amerika, savaş planlarını tekrar gözden geçirmeye başladı. Askerlerini cepheye sürme fikrinden vazgeçip yeni metotların arayışına girdi. Pakistan, Afganistan, Yemen, Suriye ve Somali’de kullanılan İnsansız hava araçları ve bu araçlarla verilen askeri mücadele, bu metotlar arasında sayılabilir.

hagel.jpg

Gerçekte ise Amerika, Irak başta olmak üzere savaşması için kiralık askerler kullanan bir yapıdadır. Müslümanlarla yaptığı savaşlarda 100.000’e yakın paralı asker kiralamış ve bu askerleri İslam Ülkelerine sürmüştür. Somali’de ise, direnişçilere karşı savaşması için komşu ülkelerin askerlerini kiralamış, kendisi ancak drone saldırılarıyla geriden destek vermiştir.

Amerika’nın kaybettiği askeri, etik ve ekonomik üstünlük, siyasi zayıflamayı beraberinde getiren bir zaaf silsilesine yol açmıştır. Uluslar artık Amerika’nın emirlerine kayıtsız şartsız itaat etmek yerine gayet rahat bir şekilde artık kendi düşünce sistemlerine göre hareket edebiliyorlar. Amerika’nın tek güç olarak zayıflaması, kendi bölgelerinde farklı ve çok sayıda gücün ortaya çıkmasına da sebep oldu. Güney Doğu Asya’da Çin, Orta Doğuda Türkiye ve İran devletleri, Orta Asya ve Doğu Avrupa’da ise Rusya belirleyici güç olmaya doğru giderken, İslam Dünyasında da direnişçi ve reformcu gruplar artık belirleyici bir rol oynamaya başladılar. Bu grupların artık belirleyici rol oynadıklarının en temel delilleri arasında Taliban gösterilebilir. Suriye, Kuzey Afrika, Güney Asya bölgesinin geneline yayılmış direnişçiler de ayrıca bölgesel stratejilerde büyük rol oynamaya başladılar.

 Bu gelişmelerin tamamı İslam Ümmeti için olumlu gelişmelerdir. Bu gelişmelerin bizlerin hak yolda, hilafet yolunda olduğumuzu ispatlayan gelişmelerdir. Bunun anlamı tabii ki artık bu mücadelenin sona erdiği değildir. Amerika şu anda hala dünyanın en güçlü ülkesi konumunda. Müslümanlar ise ABD’yi hedef alan siyasetlerini sürdürmeye devam etmelidirler. Bütün muhalif gruplar, başta Amerika olmak üzere Batılı ülkelerin gayri nizami politikalarını dünyanın her yanında deşifre etmelidirler.

Belirli bölgelerde yapılan hamleler ve oyunların ifşa edilmesi, Amerika’nın, bu ifşaların yapıldığı bölgede yaptığı masrafları artırmasına sebep olacaktır. Örneğin Amerika’nın Yemen’in Aden limanında yaptıklarını ifşa etmek gibi… Böyle bir hamle Amerika’nın sadece Aden Limanında değil, Yemen’in tamamındaki çıkarlarını muhafaza etmek ve bölgeyi korumaya almak için oradaki güçlerini artırmasına neden olacaktır. Muhalifler bu taktiği devam ettirdiği sürece, Amerika dünyanın her yerindeki hegamonya sürdüğü yerlerin güvenliğini artırmak isteyecektir. Bunların tamamı büyük masraflara mebnidir. Bu da Amerika’nın tükenmesi demektir.

Sonuç

Şüphesiz ki dünya değişmektedir. Amerika’nın bu zamana kadar uyguladığı gibi kendinden zayıf olan ülkelere güç kullanarak hükmetme politikası artık bitiyor. Artık bu ülkelerin halkları, kendilerini bu zulümden koruyabilmek için ayaklanmaya başladılar. Afganistan ve Irak tecrübelerinin ardından ise Amerika, sonunun Sovyetler Birliğinin sonuna benzeyeceğinin farkına varmaya başladı.

Amerika’ya karşı yürütülen mücadelemiz, bu ülke gözle görülür bir şekilde, İslam Ülkelerindeki köle rejimlere destek verecek bir zerre gücü kalmayıncaya kadar devam etmelidir. Ümmet-i Muhammedin zaferi ufukta görünüyor artık! Yapmamız gereken ayaklarımızı sabit kılmak ve hilafeti tekrar ikame etmek ve örnek toplumu oluşturmak için var gücümüzle çalışmaktır.

Mepanews


Popüler Yazılar