20 yıldır süren ve gelinen noktada hiçbir sonuç üretemeyen savaş ve yıkımın en üzücü tarafı bir milyon insan ölmesine rağmen kimsenin yaşananlardan ders çıkarmamasıdır.
11 Eylül 2001’de yaşanan sadece iki saatlik bir kargaşa ve kaçırılan dört uçak, Amerika’nın küresel çapta bağlantıları olan yeni bir düşman ile savaşa girdiği sonucunun çıkarılmasına yeterli oldu.
CNN’de aynen bu ifade kullanıldı. The Guardian gibi ilerici sesler de bir sonraki gün benzer şeyler kaleme aldı. Bu söylemin dışına çıkmak, Atlantik’in iki tarafında da halk nezdinde vatan hainliği ile eş değerdi.
20 yıl önce, Barbara Lee, Temsilciler Meclisinde söz alarak o dönemin başkanı George W. Bush’a açık çek verilmemesi için meslektaşlarına dil döken tek temsilciydi.
Kaliforniya’nın dokuzuncu kongre seçim bölgesinden seçilen ABD temsilcisi Lee, saldırılardan sadece birkaç gün sonra yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Bir anlığına duralım ve bugün atacağımız adımların beraberinde getireceklerini sadece bir dakikalığına da olsa gözden geçirelim ki bu durum kontrolden çıkmasın.”
Temsilci hanımefendi boşa konuşmaktaydı. Temsilciler Meclisinde 420’ye karşı 1 oy ile kabul edilen “Askeri Güç Kullanımına Dair Yetkilendirme” önergesine hayır oyu veren tek kişi kendisi oldu. Lee bu süreçte ölüm tehditleri aldı, kendisine vatan haini denildi ve Kapitol’de (Amerikan Kongre Binası) polis koruması eşliğinde yaşamak zorunda kaldı.
Saklanan gerçekler
O günün korkunçluğu hızlı bir şekilde, sürekli daha fazla masumun canını alan askeri bir yumruğa dönüştü. Bir 11 Eylül yüzlerce 11 Eylüller yarattı.
20 yıldır devam etmekte olan sözde “teröre karşı savaşın” en dikkat çeken özelliklerinden birisi başa gelen her hükümetin istisnasız bir şekilde savaşın asıl bilançosuna dair hakikati gizlemek adına yürüttüğü organize girişimdi. ABD’nin eliyle öldürülen binlerce sivil en az o kaçırılan dört uçaktaki, İkiz Kulelerdeki insanlar ve Manhattan’da görev yapan acil müdahale ekipleri kadar masumdu.
Bu vaziyet ABD’nin Afganistan’daki işgalinin son günlerine kadar aynen devam etti. IŞİD üyesi bir militanın Kabil Havaalanı’nın kapısında kendini patlatması sonucu 170’den fazla insan hayatını kaybetti. Neredeyse tüm medya kanalları geçtikleri haberlerde ölenlerin hepsinin patlama sonucu yaşamlarını yitirdiğini bildirdi.
Bir BBC muhabiri ise bu hikâyeyi kabul etmeyerek saldırıdan canlı kurtulanlarla konuştu. Secunder Kermani, gerçekleştirdiği röportajların ardından sosyal medyada şu mesajı yayınladı: “Canlı şahitler dahil görüştüğümüz birçok kişi ölenlerin büyük bir kısmının patlamadan sonra meydana gelen panik esnasında kalabalığa ateş açan Amerikan askerleri tarafından vurulanlar olduğunu dile getirdi.”
Havaalanına girmek için orada yığılı şekilde sıra bekleyen kaç Afgan patlamadan sonra açılan ateş neticesinde öldü? Görgü tanıklarının ifadelerine rağmen kimse bu durumun üstüne gitmedi.
Yine benzer şekilde, içi patlayıcılarla dolu ve havaalanına doğru harekete geçmek üzere olduğu Pentagon tarafından iddia edilen bir arabanın “savunma amaçlı” bir askeri saldırı ile hedef alınması sonrası yaşananlar da Pentagon’un da gerçeği gizleme faaliyetlerinin bir parçası olduğunu gösterdi zira araç vurulduğunda meydana gelen patlamada yedisi çocuk olmak üzere aynı aileden on kişinin hayatını kaybettiği ortaya çıktığında Pentagon aile fertlerinin “ikincil patlamalar” neticesinde ölmüş olabileceği açıklamasını yaptı.
Bu saldırıdan canlı kurtulan kardeşlerden birisi şunları söyledi: “Biz IŞİD yada DAEŞ falan değiliz burası kardeşlerimin aileleri ile birlikte yaşadığı bir aile eviydi.”
Genelkurmay Başkanı General Mark A. Milley yaptığı açıklamada SİHA saldırısının ardından meydana gelen ikincil patlamaların hedef alınan arabada patlayıcılar olduğu kararını desteklediğini söyledi. Ancak, New York Times’ta yayınlanan olaya dair ilk analiz raporuna göre arabadaki patlayıcıların varlığının sadece “mümkün ile imkân dahilinde” olduğu ve kesin bir karar verilemeyeceği yazmaktaydı.
İşin doğrusu, son yıldır hakikati saklamak adına eldeki her bir kas teli seferber edildi. Bu yaşanan, “savaşta ilk kaybedilen gerçeklerdir” deyimiyle açıklanamaz — ortadaki vaziyet teröre karşı savaş söylemi çerçevesinde kasten kullanılan bir politika olup bunun en büyük örneği ABD Savunma Bakanlığı bünyesindeki Stratejik İkna Ofisi tarafından yürütülen faaliyetlerdir.
Brown Üniversitesi tarafından yürütülen Savaşın Maliyetleri isimli projede yer alan verilere göre teröre karşı savaş sürecinde yaklaşık bir milyon insan hayatını kaybetti. Daha yakın tarihli bir başka rapora göre ise en az 387.072’si sivil olmak üzere toplamda 897.000 ila 929.000 arasında insan hayatını kaybetti. Bu büyük sayıların dahi Afganistan, Irak, Yemen ve diğer yerlerde yaşanan savaşların insan hayatı bilançosunun “çok daha altında” olduğunu düşünülmektedir.
Sosyal Sorumluluk Doktorları isimli STK tarafından 2015 yılında hazırlanan rapora göre sadece Irak, Afganistan ve Pakistan sınırları içinde yaşanan savaşlar neticesinde bir milyondan fazla insan öldü.
Brown Üniversitesi’nin mesele ile alakalı diğer raporları da en az biraz önce zikredilenden kadar korkunç bir tabloya işaret etmekte olup savaşlar sonucu en az 37 milyon insanın göç etmek zorunda kaldığını ortaya koymaktadır. Hedeflerinin asla tam bir şekilde tanımlanmadığı, saldırılan ülkelerin fakir, Müslüman ve kendilerini müdafaa etme imkanına sahip olmadığı teröre karşı savaş sonucu Batı Asya’nın büyük bir parçası yerle bir edildi.
Mahvedici sonuçlar
Taliban’ın Kabil’e girmeye başlaması ile birlikte Joe Biden’ın birlikte çalıştığı Afganlara (Taliban’ın deyimiyle işgalcilere işbirlikçi olarak hizmet edenlere) ihanet ettiğine dair mesajlar neticesinde şehirdeki Afganların yaşadığı korkuya dair haber ve görüntülerin sel gibi aktığı saatlerde özellikle bir haber gözden kaçırıldı. Mevzubahis rapor resmi bir ABD kaynağı olan Afganistan’ın Yeniden İnşası Özel Genel Müfettişi (SIGAR) ofisinden geldi. Bu ofisin başındaki müfettiş, son 20 yıldır Amerikan parası ile yürütülen tüm faaliyet ve programlar üzerinde nihai tasarruf sahibi olan resmi yetkiliydi.
Raporda ortaya konulan sonuçlar mahvediciydi. Masaya yatırılan her stratejik hedef planı içinde parçası olduğu planı başarısızlığa götürecek yanlış hesaplamalar içermekteydi. ABD bir yandan ülkedeki yozlaşmayı bitirmek istedi ama aynı zamanda milyarlarca dolar dökerek ekonomiyi de canlandırmayı hedefledi. Bir yandan suçluların yaptıklarının yanlarına kalması kültürünü ortadan kaldırmak isterken diğer yandan da güvenliği sağlamak amacıyla bu kültürle beslenen yozlaşmış ve avcı aktörlere verdiği gücü arttırdı.
Hem Afgan güvenlik güçlerine Taliban’a karşı bir avantaj sağlamak istendi ama aynı zamanda ABD’nin ayrılmasının ardından bu kadroların idame ettirmesi gereken ekipman ve kabiliyetleri sınırlandırdı. Haşhaş üretimini azaltılmak istendi ancak bu çiftçileri gelirlerinden mahrum bırakarak yapıldı. Raporda bu paralelde çok sayıda örnek sıralandı. İzlenen strateji adeta iki taraflı yıkım (mutually assured destruction) haline geldi.
SIGAR ofisi tarafından hazırlanan raporda ortaya konulan vaziyet artık hükmetmeye ehil olmayan bir sömürge gücünü anlatmaktadır.
Amerika, dünyanın öteki tarafında, yaşanan süreç içinde bir ABD bağımlılığına dönüşen vaziyeti idare edebilecek ne istihbarata ne yerel malumata ne de kabiliyete sahipti. Eski İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Batı’nın İslam dünyasını okuma hususundaki beceriksizliğini “idraki uyumsuzluk” terimi ile tanımlamıştı. Bu aslında Batının kafası başka yerlerde demenin nazik haliydi.
20 yıllık işgalin ardından insan batılı askeri istihbaratının kendi eliyle eğittiği Afgan ordusunun nasıl bir ahlaka sahip olduğunu iyice anladığını düşünür. Taliban’ın dahi Kabil’e elini kolunu sallayarak girmesine şaştığı rezil vaziyet asla yıkanamayacak bir leke oldu. ABD’nin geri çekilme planının en temel görevi arkasında bıraktığı devletin çökmeyeceğinden emin olmaktı.
300.000 “iyi teçhizatlı ve iyi eğitimli adamdan” müteşekkil Afgan ordusunun 70.000 kişilik isyancı ordusunun ilerleyişi karşısında adeta eriyip yok olması bu ordunun arkasındaki gücün beceriksizliği göz önüne alındığında pek de şaşılacak bir durum değildir.
Kimse hesap vermedi
Teröre karşı savaşın, uzunluğu, sebep olduğu korkunç kayıplar ve yalanlar haricinde bir başka özelliği de tüm bu meseleden sorumlu tek bir kimsenin dahi hesaba çekilmemiş olması ve bu insanların hiçbirinin aldıkları kararlar nedeniyle özür dilemeye yanaşmamasıdır.
Ne George W. Bush ne İngiliz Başbakan Tony Blair ne General David Petraeus ne de “bir Chinook’un içinden demokrasi çıkartırım” diye övünen özel kuvvetler komutanı General Stanley McChrystal, kimse hesap vermedi.
McChrystal, Rolling Stone dergisine verdiği röportajdan sonra Afganistan’da neden olduğu yıkım nedeniyle değil de o zamanki Başkomutanı Barack Obama’ya saygısızlık ettiği gerekçesiyle görevden azledildi. McChyrstal bugün hala pişman olduğuna dair bir söz etmedi. Washington Post’ta yayımlanan röportajında henüz netice çıkarmak için “çok erken” olduğunu söyledi.
Savaşın “son derece hayal kırıklığı yaratıcı bir sonucu olduğunu” zorla da olsa ifade eden general devamında şu ifadeleri kullandı: “Sonucun hayal kırıklığı yaratıcı olması alınan kararların ve izlenen stratejilerin birçoğunun hatalı olduğu anlamına gelmez. Şahsen ben izlenilen stratejilerin çoğu vakada izlenilebilecek en iyi stratejiler olduğu kanaatindeyim.”
McChrystal hali hazırda en az 10 şirkette ya yönetim kurulu üyesi ya da danışman sıfatıyla görev yapmaktadır.
Teröre karşı savaşın mimarlarının hayatları bugün olması gerektiği gibi utanç ve aleni aşağılanma ile değil kibir ve zenginlik ile doludur. Blair ülkesinde bilge ve büyük bir devlet adamı olarak hürmet görmekte ve kurduğu vakıf sık sık BBC ekranlarında boy göstermektedir. Hatalarının hesabını vermesi gereken bu insanlar kendilerini görmüş geçirmiş liderler olarak pazarlamakta ve bugün hala hatırı sayılır miktarda paralar kazanmaya devam etmektedir.
İmparatorluklar, liderleri ellerini havaya kaldırdı diye değil bu liderler güvenilirliklerini kaybettiğinde ölür. Bugün yaşanan tam olarak budur. Joe Biden ile Donald Trump başkanlıkları döneminde Amerika’nın güvenirliliğini kaybetmesi, yaralı bir vahşi hayvana dönüşen ABD gücünün en az geçmişteki kadar dehşet saçmaya devam edeceği manasına gelmektedir.
Gelecekte de kimse hesap vermeyecek
Afganistan artık her ne kadar Batı açısından umutsuz bir vaka olarak görülse de ABD ordusunun istediği hedefleri hava saldırıları ile vurması ve bu hususta kimseye hesap vermemesi aynen devam edecektir.
IŞİD’in Horasan kolu veya ileride ortaya çıkacak El Kaide’nin bilmem hangi versiyonu faaliyetlerine devam edecektir. 20 yıl önce başlatılan Afganistan işgali El Kaide’nin batılı hedeflere yönelik saldırılar düzenleme hususundaki operasyonel kabiliyetleri üzerinde elle tutulur bir etki oluşturmadı. Sadece söz konusu bu kabiliyetlerin konumları değişti. Her ne kadar Fransız ve İngiliz savcılar bir bağlantı bulmak için gece gündüz çalışsa da Fransa, İngiltere ve Almanya’da yaşanan terör olayları ile IŞİD arasında operasyonel manada bir bağlantıya dair elde çok da fazla delil bulunmamaktadır. Avrupa’da IŞİD bayrağı veya ismi altında işlenen ve örgüt tarafından üstlenilen terörizm çoğunlukla kıtanın kendi bahçesinde yetişti.
Usame bin Ladin, Afganistan’ın işgalinden 10 yıl sonra dahi, Pakistan’daki bir ordu kasabasında saklanarak faaliyetlerine devam etti. Afganistan’ın işgal edilmesi ne Ebu Musab ez-Zerkavi’yi ne de kendinden sonra sahaya çıkan daha şiddet yanlısı ve daha ayrılıkçı Bağdadi’yi durduramadı.
Mesele sadece, teröre karşı savaş girişiminin öldürdüğünden daha fazla terörist yaratmasından ibaret değildir. Terör bu süreçte, sadece SİHA operatörlerinin tekelinde olmaktan çıkıp herkes tarafından benimsenen standart halini aldı.
20 yıldır süren ve gelinen noktada hiçbir sonuç üretemeyen savaş ve yıkımın en üzücü tarafı bir milyon insan ölmesine rağmen kimsenin yaşananlardan ders çıkarmamasıdır.
Yıkık ve mahvolmuş vaziyetteki Afganistan’a yardım hususunda sadece birkaç noktadan ses geldi. Ülkede kısa süre sonra hem yiyecek hem de paranın tükeneceği bilinmesine rağmen batılı liderler İran İslam Cumhuriyetine karşı takındıkları tavrın aynısını “İslamcı” Taliban’a karşı da kullanmanın eşiğindedir. Teröre karşı savaş çerçevesinde silahlar durunca ortaya çıkan “barış” yaptırımlar suretinde zuhur edecek. AB daha şimdiden Afganistan’da Taliban tarafından kurulacak bir hükümeti tanımayacağını açıklarken Taliban aynı zamanda ABD’nin terörist yapılanmalar listesinde kalmaya devam edecek.
Biden hükümetinin bu süreçte gerçekleştirdiği ilk hamlelerden bir tanesi Afganistan’a ait uluslararası fonlardaki 9,5 milyar doları engellemek ve 400 milyon dolar değerindeki kur rezervlerinin dağıtımını durdurması için IMF’ye baskı uygulamak oldu.
ABD yönetimi diyor ki benim kullanabileceğim bir koza ihtiyacım var ancak her ne olursa olsun 30 milyon Afgan’a en kısa süre içinde yardım ulaştırılması zorunludur.
Aynı hataların tekrar edilmesi
Afganistan’dan ayrılarak 1990’lı yıllarda yaptığımız aynı hataları tekrar etme tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuzu neredeyse kimse gündem yapmadı.
Pakistan’ın ulusal güvenlik danışmanı Moeed Yusuf, The Times dergisine verdiği röportajda şunları söyledi: “Bu diyeceklerimi iyi hatırlayın, eğer 90’larda yapılan hatalar tekrar edilir ve Afganistan tümüyle terk edilirse sonuç yine tamamen aynı yani Pakistan ve Batı dahil olmak üzere herkese tehdit oluşturan kimsenin istemediği aktörlerin dolduracağı bir güvenlik boşluğu olacaktır.
Teröre karşı savaş, belirli bir tanıma sahip ve bizden daha üstün yetenekleri olan bir düşmana karşı kaybedilmedi. Biz kendi kalemize kocaman bir gol attık. Bu girişim, demokratik değerlerin tek koruyucusuymuş gibi davranan ve kendi açısından bakıldığında ahlaki olarak kendini tüm dünyanın polisi olarak gören bir medeniyetin teknolojik ve ahlaki üstünlüğünü ve dünya liderliğini en açık şekilde ifade etmek üzere tasarlandı.
Teröre karşı savaşın çöküşü aslına bakıldığında Sovyetler Birliği çöktüğünde Batılı herkesin “bir taraf kazandı bir taraf kaybetti” çıkarımı yaptığı o günlerin acısını çıkartan bir durumdur. Dün kazanılan o “zafer” bugün acaba nasıl duruyor?
New York Times’tan birinin dediği gibi NATO’nun sınırlarını doğuya doğru genişleterek “demokrasiyi sağlamlaştırmadık.” Yaptığımız sadece çatışma hattını doğuya taşımaktan ibaret kaldı. Bu hatayı son 20 yılda tekrar ve tekrar yapmaya devam ettik.
Dünya liderliğini tek elde toplamak şöyle dursun bu konseptin tam olarak ne manaya gelmesi gerektiğine dair konuyu yeni bir bakış açısı ile henüz ele dahi almadık. Çin, Rusya’yı da küçük ortağı olarak yanına alarak Amerikan yüzyılını daha üstün bir konsept ile sonlandırmaya şu anda kadir değildir.
Milyonlarca insanın kanıyla bedelini ödediği bu fiyaskodan çıkan dersler eğer iyice bellenirse yeni dönemde 19. yüzyılda yaşıyormuşuz gibi devam eden “nüfuz alanları” konuşmaları veya medeniyetler ve değerleri çatışması üzerinden zuhur eden sömürgeci zihniyet nihayet terk edilebilecektir. Basitçe söylemek gerekirse bu tür yaklaşımların modası artık geçti. Ancak hala birçok Amerikalı “biz farklıyız” deyip buna iman etmekte ve bu düşünceyi uygulamaya devam etmektedir.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasında bugüne kadar geçen süreçte Amerika ya çökmüş ya da ABD tarafından işgal edilmiş en az üç ülkeyi ardında bıraktı. Rusya, Afganistan ve Irak’taki insanların çoğunluğu önceleri batı yanlısı iken Amerikan müdahalelerinin ardından ya gizliden ya da açıktan düşman milletlere dönüştü.
ABD askerlerini ülkeden kovacak bir sonraki ülke Irak olacak.
Yukarda zikredilen üç yerde de her istediğini yapmakta özgür olan Amerika yaptıkları ile resmen kendi kendini bozguna uğrattı. Taliban, El Kaide ve IŞİD bu çöküşü hızlandıran etkenler oldu.
Afganistan meselesi artık kapandı. Ancak buradan çıkan ders öğrenilene kadar teröre karşı savaş kesinlikle yaşamaya devam edecektir.