Stand-up komedinin öncü isimlerinden komedyen Mort Sahl, Soğuk Savaş yıllarındaki bir gösterisinde, Amerikan politik yelpazesini tasvir ederken, “Politik yelpazenin en solunda Amerika Komünist Partisi var. Küçük bir parti. Üç bini FBI ajanı olmak üzere toplam 4 bin üyesi var” şakası yapıp devam edecekti;
“Halkın çoğunluğu yelpazenin ortasında toplanmış. Çünkü, en sola gittikçe işinizi kaybetme riski, en sağa doğru gittikçe de, katılmanız gereken toplantı, sohbet, ayin sayısı artar.”
Bu, ABD’de halkın çoğunluğunun, politik yelpazenin merkezinde yer aldığı ve en azından görece, doğrudan Kongre ve Beyaz Saray’a, dolaylı olarak da Yüksek Mahkeme’ye şekil verebildiği zamanlarda yapılmış bir şakaydı. Günümüzde ise Amerikan demokrasisi, kendisine ‘sessiz çoğunluk’ diyen, gerçekte ise ne ‘sessiz’ ne de ‘çoğunluk’ olan bağnaz bir azınlığın diktatörlüğünün eşiğine kadar savrulmuş durumda.
Bu savruluşun en çarpıcı göstergelerinden biri de Amerikan anayasa sisteminin koruyucusu olan Yüksek Mahkemenin üye profilinde yaşanan dönüşüm.
ABD Yüksek Mahkemesi, 1803 yılında ‘Marbury v. Madison’ davasında tesis ettiği hükümle, Amerikan yönetiminin karar ve uygulamalarına ‘yargısal denetim’ getirerek, Montesquieu’nun, ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesini dünyada ilk kez teoriden uygulamaya geçiren kurum. 1803 mahkemesinin başkanı John Marshall, Yüksek Mahkemenin tarihindeki en önemli kararını açıklarken, ‘Amerikan devleti anayasal bir devlettir, bir şahıs kararları devleti değil’ diyecekti. Devlet başkanının karar ve kararnameleri, kanunlara ve anayasaya aykırı olamaz, anayasanın güvence altına aldığı hakları çiğneyemezdi. Bunların anayasaya uygunluğunu denetleme yetkisinin Yüksek Mahkemede olduğu da bu içtihatla tesis ediliyordu.
Amerikan Yüksek Mahkemesi, Güney eyaletlerinde servis sektöründe ve kamu hizmetlerinde ırksal ayrımcılığı legalleştiren ‘ayrı ama eşit (separate but equal)’ gibi gerici kararlar alsa da, 231 yıllık tarihinin çoğunda Amerikan ortalamasından daha ilerici, çoğulcu ve özgürlükçü bir konumda oldu.
Yüksek Mahkemenin dokuz üyesi, kendi istekleri ile emekli olmaz, istifa etmezlerse ölünceye kadar görevde kalıyorlar. Bu, aslında ABD’deki tüm federal yargıçların da sahip olduğu bir zırh. Böylece, dört yıllığına seçilen veya en fazla sekiz yıl görevde kalabilecek bir yönetimin tek başına ülkenin yargıç profilini istediği yönde değiştirmesinin engellenmesi amaçlanıyordu.
Fakat, gelinen noktada, ilk kez toplumun çoğunluğunun ve ortalamasının gerisinde ve sağında kalan, Amerikan tarihinin en muhafazakar Yüksek Mahkemesi oluşmuş durumda.
Chicago Üniversitesi Anayasa Hukuku Profesörü Cass Sunstein, Yüksek Mahkeme üye profilindeki çarpıcı değişimi şu şekilde tasvir ediyor:
“Bir zamanlar ‘aşırı sağ’ olarak görülen çizgi şimdilerde ‘muhafazakar’ olarak nitelendiriliyor. Bir zamanlar ‘muhafazakar’ olarak nitelendirilen çizgi ise günümüzde ‘merkez’ olarak nitelendiriliyor. Bir zamanların ‘merkez’i ise günümüzde ‘sol’ olarak görülüyor. Bir zamanlar ‘sol’ denilen ise günümüz mahkemesinde artık hiç yok.”
Donald Trump’ın, 18 Eylül’de Ruth Bader Ginsburg’un ölümüyle bir koltuğu boşalan ABD Yüksek Mahkemesine seçtiği Amy Coney Barrett’ın, Salı günü ABD Senatosunda başlayan ‘atamasının onaylanması’ sürecinin, neredeyse yaklaşan 3 Kasım başkanlık seçimi kadar gürültü koparmasının nedeni de bu. Eğer, Cumhuriyetçi Partinin Senato grubundan en az dört senatör, hiç fire vermeyecek 47 Demokrat senatöre katılıp hayır demezse Barrett, en fazla iki hafta içinde ABD Yüksek Mahkemesinin dokuzuncu üyesi olacak.
Henüz 48 yaşında olan Barret’in üye olması ile mahkemede, muhafazakarlar lehine 6-3 oy çoğunluğu oluşacak. Aşırı muhafazakar üye sayısı ise, Clarence Thomas, Samuel Alito, Neil Gorsuch ve Brett Kavanaugh ile birlikte 5’e yükselecek. Bu manzara, Yüksek Mahkeme’yi tamamı ile aşırı muhafazakar politikanın bir enstrümanına indirgeyecek. Ve bu durum neredeyse onlarca yıl sürebilecek. Çünkü muhafazakar üyelerden Thomas 72, Alito 70, Roberts 65, Kavanaugh 54, Gorsuch 52 yaşında.
Yüksek Mahkeme’ye 1950’lerde üye olup, 1981 yılına kadar mahkemede kalan Potter Stewart’tan beri son 50 yıldır ‘swing vote (değişken oy)’ denen bir veya iki üye mutlaka oluyordu. Kabaca, dört özgürlükçü solcu – dört muhafazakar bölünmesinde birçok kararda, bu ‘değişken’ oy veya oylar, bazen sol blok bazen sağ blok ile oy kullanarak mahkemenin kararlarını saygın hale getiriyordu. Mahkeme böylece tamamen bir partinin uzantısı olarak görünmekten kurtuluyor ve kuvvetler ayrılığı sisteminde gücünü ve saygınlığını korumayı başarıyordu. Mahkemenin son gerçek ‘swing’ oyu, 2018’de kendi isteğiyle emekli olan Anthony Kennedy’di.
Muhafazakar blokta yer almasına rağmen Yüksek Mahkeme başkanı John Roberts, 2018’den beri zaman zaman sol kanadın oy bloğu ile birlikte oy kullanarak herkesi şaşırttı. Ama yine de gerçek bir ‘değişken oy’ olduğu söylenemez. Nitekim sadece geçen yargı yılında Yüksek Mahkeme’nin 4’e karşı 5 oyla kabul ettiği 14 kararın 10’unda Roberts, muhafazakar blokla oy kullandı. Sadece ikisinde özgürlükçü blokla oy kullandı (Diğer iki 5-4’lük sonuçta ise politik bir bloklaşma yoktu).
Aslında John Roberts bile, sadece bir kuşak önce mahkemeye üye olsa mahkemenin aşırı sağ kanadında yer alacak bir profile sahip. Buna rağmen, son 30 yılda dramatik şekilde aşırı sağa kayan Yüksek Mahkemenin günümüzde ideolojik denge noktası olarak o görünüyor.
‘Herkesin devleti’ fikrinden nefret eden, ‘devlet sadece bizim devletimiz olsun ve diğerleri de bizim lutfettiğimiz kadarıyla yetinsin’ kör inancına sahip aşırı milliyetçi muhafazakar kesim için ‘denge’ çok sempatik bir duruş değil. Dolayısıyla da Roberts, Yüksek Mahkeme’den, bir erk ve bir hukuk kurumu olmayı tamamen bırakıp Cumhuriyetçi başkana tam itaat etmesini bekleyen Trump ve Cumhuriyetçi Partinin aşırı muhafazakar kesimince güvenilir bulunmuyor.
Trump’ın seçtiği Amy Coney Barrett’ın atanması eğer Senato tarafından onaylanırsa, Yüksek Mahkeme’deki en dramatik değişim de bu olacak. Mahkemenin ideolojik denge noktası olan John Roberts, gerçek bir ‘swing vote’ olsa da artık hiçbir önemi kalmayacak. Diğer beş aşırı muhafazakar üyenin oylarıyla Mahkeme Trump ne isterse o yönde karar veren bir kuruma dönüşecek. Demokratlar 3 Kasım’da hem Beyaz Saray’ı kazanıp hem de ABD Kongresinde büyük çoğunluk elde etse bile böylesi açık partizan bir Yüksek Mahkeme, her yasa ve başkanlık icraatını bloklayabilecek.
Peki nasıl oldu da, Amerikan toplumunda yüzde 30’larda bir desteğe sahip dünya görüşü, ülkenin Kongresini, devlet başkanlığını ve nihayet Yüksek Mahkemesini mutlak egemenliği altına alabilir hale geldi?
Üç ana neden sayılabilir.
Konjonktürel avantajlar; muhafazakar kesimin kazanmayı, ahlaklı-haklı-adil-ilkeli olmaya tercih etmesinin bu kesimin çıkarcı politikacılarına kazandırdığı cüretkar ikiyüzlülük;
ve en önemlisi de Amerikan anayasal sisteminin ‘çoğunluk diktatörlüğü’nü engelleme amacıyla koyduğu engellerin azizliği…
Yeni muhafazakar duruş: İlkeli ve haklı olmak önemli değil, kazanmak yeter
1960 yılından beri ABD 28 yıl boyunca Demokrat başkanlar, 32 yıl boyunca ise Cumhuriyetçi başkanlar tarafından yönetildi. Bu sürede Demokrat başkanlar Yüksek Mahkeme’ye sadece 8 üye atamayı başarırken, Cumhuriyetçi başkanlar ise 15 üye atadı. Mevcut üyelerden en eskisi baba Bush tarafından atanmış Clarence Thomas. Onun atandığı tarihten itibaren baktığımızda bile 16 yıllık Demokrat başkan (Clinton, Obama) ve 16 yıllık Cumhuriyetçi başkan (H. Bush, W. Bush, Trump) dönemleri olmasına rağmen Cumhuriyetçi başkanlar, Yüksek Mahkemeye 7 üye seçerken, Demokrat başkanlar sadece 3 üye seçebildi. Sıklıkla kararlarını tek oy farkla alan 9 üyeli bir mahkeme açısından çok belirleyici bir istatistik bu.
Bunda elbette ki konjonktürel talihin payı var. Örneğin, Richard Nixon, sadece başkanlığının ilk iki yılında 4 üye seçme şansına sahip oldu. 1976’da başkan seçilen Jimmy Carter, dört yıllık başkanlığında tek bir üye bile seçme şansına sahip olamadı. W. Bush ve Obama ise sekizer yıllık başkanlıklarında sadece ikişer üye seçebildi. Donald Trump ise başkanlığının ilk dört yılı bile dolmadan üçüncü üyeyi atamanın eşiğine geldi.
Bununla beraber 2000 seçimine kadar ABD başkanları, diğer partiden senatörlerin de oy verebileceği isimler seçmeye çalıştığı için Yüksek Mahkeme üyelerinin atamasının onaylanmasında Senato’da partizan bir bölünme çok nadiren gerçekleşiyordu.
Teknolojik, demografik, sosyal, kültürel olarak değişen dünyayı ve ABD’yi kavrama ve anlamlandırma yetisini her geçen gün biraz daha yitiren milliyetçi muhafazakar Amerikan zihni, varoluşsal bir paranoyanın egemenliği altına girdikçe, aşırı uçlarına, merkeze yürüme kapıları açıldı. Bu paranoya, milliyetçi muhafazakar Amerikalıların, komşularını, ülkenin yarısından fazlasını veya Demokratları, farklı politik çözümleri savunan vatandaşları olarak değil de, tehdit, düşman ve vatan haini olarak algılamalarına zemin hazırlıyor. Bu psikolojiyle de ne pahasına olursa olsun iktidar kazanmayı, ahlaklı, etik, haklı ve ilkeli olmaya tercih ediyorlar. Haklı, ahlaklı ve ilkeli olmayı önemsizleştiren bu vakum da, milliyetçi muhafazakar politika alanını, her türlü ilke ve ahlaktan yoksun çıkarcı kariyerist kifayetsizlerin doluştuğu bir mecraya dönüştürüyor. Çıkarcı, kifayetsiz ve muhteris politikacıların kendilerini bu paranoyak tabanda öne çıkarmak için kutuplaşmaya dört elle sarılıp en keskin söylemlere yönelmeleri, muhafazakar zihni daha da kötürüm hale getiriyor. Birbirini besleyen bir kısır döngünün cenderesindeki milliyetçi muhafazakar çizgi, artık bir savaş olarak görmeye başladığı politikada, ikiyüzlülüğü, bir karakter noksanlığı olarak değil, kazanmanın gereği bir ustalık olarak görüyor.
Bu dramatik yozlaşma ve çürümenin en çarpıcı örneklerinden birine de bu hafta Senato’da başlayan Yüksek Mahkeme sürecinde ağzımız açık tanık oluyoruz. Otobüs durağında diğerlerine ve kurallara saygılı olmaya çalışan görgülü bir insanın otobüse binemeyip, kural tanımaz ve utanma duygusunu yitirmiş bir görgüsüzün herkesi ite ite öne geçip otobüse binmeyi başarması gibi bir durum bu. Çünkü, o görgüsüzün ailesi, sosyal çevresi ve arkadaşlarının hiçbiri bu davranışını bir görgüsüzlük, haksızlık olarak görmüyor; kazanmayı bilen bir gözaçıklık ve dik duruş olarak alkışlıyorlar.
Yüksek Mahkemenin muhafazakar oy bloğunda yer alan üyesi Antonin Scalia, Şubat 2016’da, yani 2016 başkanlık seçimine 9 ay kala öldüğünde ilk kez Demokratlar için uzun bir aradan sonra yüksek mahkemede dengeyi yakalama fırsatı doğmuştu. Fakat 2016 Mart ayında Cumhuriyetçi Parti çoğunluğundaki Senato, ülkede 9 ay sonra başkanlık seçimi olacağı ve seçim yılında başkanın Yüksek Mahkeme’ye atama yapmasının doğru olmayacağı gibi, teamüllerde olmayan bir gerekçe üretti.
Muhafazakarların kontrolündeki Senato, bu uyduruk gerekçeyle Obama’nın Scalia’nın yerine seçtiği ve Cumhuriyetçilerin bile saygın bir yargıç olarak gördüğü Merrick Garland’ın Yüksek Mahkeme’ye atanmasını engelledi. Oylama bir yana, Senato’nun Cumhuriyetçi lideri Kentucky Senatörü Mitch McConnell, “Bundan sonra Cumhuriyetçi başkan da olsa hiçbir zaman başkanlık seçimi yılında Senato’da böylesi bir onay süreci işletmeyeceğiz. Söz veriyoruz” diyerek Merrick Garland’ın adaylık mülakatının Senato adalet komitesinde başlamasına bile izin vermedi. 2016’da Trump seçim meydanlarında, Cumhuriyetçi senatörler ise haber kanallarına koşarak ısrarla, “seçim yılında başkanın Yüksek Mahkeme’ye üye ataması etik değil, sandığa gidecek Amerikan halkına saygısızlıktır” savunması yaptılar.
Fakat dört yıl sonra, seçime hem de sadece 55 gün kala ölen Ruth Bader Ginsburg’un daha cenazesi kaldırılmadan, Trump yerine atayacağı ismi bile belirledi. Dört yıl önce, “bundan sonra asla öyle bir şey olmayacak, söz veriyoruz” diye konuşan Senato çoğunluk lideri Mitch McConnell, daha cenaze kalkmadan, mülakat sürecini başlatıp seçimden önce Senato’da oylama yaptıracağını ilan etti. Bu kez, derhal bu atamanın onaylanma süreci tamamlanmalı propagandası için yeniden haber kanallarına konuk olan muhafazakar senatörlere, doğal olarak, dört yıl önceki ateşli konuşmaları izlettirildiğinde ise en ufak bir utanma duygusu bile sergilemediler. Kendilerini savunma gereği bile duymuyorlar. Çünkü, muhafazakar seçmenlerce karakterlerinin yargılanacağı endişesi yok. Ülkenin diğer yarısının onlar hakkında ne düşüneceği ise zaten umurlarında değil.
Muhafazakar politik temsilcilerin sıkça tekrarladığı, ‘Washington DC’ye karşı millet’ iddiasını da, ‘ikiyüzlülüğün bir başka göstergesi’ olarak gören çok. Neredeyse her gün ‘artık millet ne derse o’ iddiasında bulunan Amerikan muhafazakarlığının en büyük korkusunun, rakipleriyle eşit şartlarda adil ve özgür bir seçime gitmek olduğu söylenebilir.
Örneğin, beyaz muhafazakar etnik kimliğe dayandıkları için demografik olarak kazanmalarının artık güçleşeceğini gördükleri seçim bölgelerinde, Cumhuriyetçi çoğunluklu eyalet kongreleri, son 15 yılda, ‘gerrymandering’ denen, etik ve ahlaki ölçüden yoksun bir taktiği yeniden canlandırdı. Eyalet Meclisi veya ABD Temsilciler Meclisi seçim bölgelerini, toplamda az oy alsalar da sandıkta kazandıracak şekilde yeniden çiziyorlar. Demokrat seçmenin yoğun olduğu mahalle ve bölgeleri parçalara ayırıp Cumhuriyetçi çoğunluk oluşacak bölgelere ekliyorlar. North Carolina, Michigan, Illinois, Wisconsin ve Pennsylvania gibi son derece kritik eyaletler, Cumhuriyetçilerin en fazla ‘gerrymandering’ yaptığı eyaletler. Örneğin Wisconsin’da, Cumhuriyetçi çoğunluklu eyalet meclisinin, eyalet meclis üyelerinin seçim bölgeleri haritalarını yeniden çizdiği 2011 yılından beri eyalet meclisinde Cumhuriyetçi süper çoğunluk oluşuyor. Üstelik Demokratların eyalet genelinde daha fazla oy kazandığı seçimlerde bile bu değişmiyor. Yine örneğin North Carolina’da 2018 Kongre seçimlerinde Cumhuriyetçiler oyların yüzde 50’sini Demokratlar ise yüzde 48’ini kazandı. Ancak eyaletteki ağır gerrymandering sebebiyle, eyaletin ABD Temsilciler Meclisindeki 13 sandalyesinin 10’unu Cumhuriyetçiler kazandı.
Bu uygulamalardan biri mahkemelik olunca federal temyiz mahkemesi bu uygulamayı durdurmuştu. Ancak Yüksek Mahkeme 2019 Haziran ayında verdiği karar ile bunun hukuksal bir tartışma değil politik bir tartışma olduğuna, ve mahkemelerin değil, eyalet meclislerinin yetki alanına girdiğine hükmederek, azınlığın sandıkta kazanmış görünmesine örtülü bir destek sundu. Cumhuriyetçiler, Yüksek Mahkeme kararını sevinçle karşıladı. Oysa 1891’deki Cumhuriyetçi Başkan Benjamin Harrison, ‘gerrymandering, siyasi hırsızlıktır’ nitelemesi yapmıştı.
Cumhuriyetçi eyaletlerin, genelde Demokratlara oy veren siyahları, Hispanikleri, yoksul kadınları sandığa gitmeye caydırıcı engeller getirmesi de, ‘millet ne derse o’ iddiasındaki samimiyetsizliğin bir başka yansıması. Örneğin, oldukça yoksul olan ve önemli bir kesimi toplu taşım kullanan böylesi Demokrat seçmenlerin olduğu seçim bölgelerinde, sadece sürücü ehliyeti veya pasaport gibi bu yoksul seçmen kitlesinin sahip olmadığı resmi kimliklerle oy kullanılabileceği kuralı getiriyorlar. Bu tür yasaların eşit oy hakkına aykırı olduğu yönündeki hukuksal mücadelenin yeni Yüksek Mahkemenin duvarına çarpacağı kesin.
Amy Coney Barrett’ın üye olmasıyla oluşacak Yüksek Mahkeme’nin, ‘gerrymandering’ ve diğer birçok konuda, Cumhuriyetçilerin önünü açarak azınlık diktasını daha da pekiştireceği çok açık. Örneğin, Barrett ile pekişecek aşırı muhafazakar Yüksek Mahkemenin, 1960’lardan beri hükmünü koruyan ‘pozitif ayrımcılık’ içtihadını, Anayasaya aykırı bularak yürürlükten kaldırması da neredeyse kesin. Bu karar örneğin, öğrenci ve öğretim üyesi seçerken, cinsiyet, deri rengi, inanç, etnik köken vb. ayrımcılığı yapamayan üniversiteler açısından son derece yıkıcı bir tablo oluşturacak. İşyerlerinde, beyaz erkeklerin halen devam eden ayrıcalıklı üstünlüğü çok daha açıktan yeniden güçlenecek.
Barrett, oy hakkının, bireysel silahlanma hakkı gibi bireysel bir hak değil, genel bir hak olduğunu, dolayısıyla bireysel silahlanma hakkı kadar güçlü bir yargı korumasına ihtiyacı olmadığı görüşünde. Bu da, son 15 yılda oy hakkı karşıtı hale gelen mahkemenin bu konudaki tutumunu daha da sertleştireceğinin göstergesi.
Bu neden önemli?
Öncelikle, Trump’ın Barrett’ı seçimden önce Yüksek Mahkeme üyesi yapmak için acele etmesiyle doğrudan ilintili bir nedenle. Barrett, eğer Yüksek Mahkeme üyesi olursa, 2000 yılında Florida’da haftalarca süren ve George W. Bush’u başkan ilan eden yeniden sayım ve hukuk savaşında Bush’un hukukçu kadrosunda yer alan üçüncü Yüksek Mahkeme üyesi olacak. Başkan John Roberts ve Trump’ın atadığı Brett Kavanaugh da 2000 yılındaki hukuk mücadelesinde Bush’un hukuk ekibinde avukat olarak yer almıştılar.
Yaklaşık dört yıldır ABD’yi o yönettiği ve her türlü önemli alma gücüne sahip olduğu halde, Amerikan tarihinde ilk kez daha seçim olmadan seçimde hile olacağını ve hatta bunun ‘Amerikan tarihinin en büyük seçim hilelerinin gerçekleşeceğini’ iddia eden Trump’ın, kaybetmesi halinde seçimi, kendisini destekleyen eyalet valilerinin de desteğiyle 2000 seçimi gibi veya onu bile çok aşacak büyüklükte bir mahkeme savaşına dönüştüreceği neredeyse kesin. Trump’ın bugünlerde seçmenlerine ‘oy verin’ çağrısından bile daha çok, senatörlere, ‘Barret’ı bir an önce Yüksek Mahkeme üyesi yapın’ çağrısı yapması bundan. Trump, Mahkeme başkanı John Roberts hukuk çizgisinde kalsa bile üçü kendisince seçilmiş diğer 5 aşırı muhafazakar üye sayesinde, seçimi kendi lehine çevirebileceği hesabı yapıyor.
Kurucu babaların demokrasi korkusu, bugünlerin zaafı oldu
ABD Anayasasında demokrasi kelimesi bir kez bile geçmiyor. Bunun temel nedeni, ABD kurucularının, ‘çoğunluk tiranlığı’ oluşmasından duydukları endişeydi. ABD’nin gittikçe bir azınlık diktatörlüğüne evrilmesinde en kolaylaştırıcı etkenler, hiç şüphesiz, ülkenin anayasal sisteminin, bir çoğunluk diktatörlüğü oluşması olasılığına karşı getirdiği bariyerler oldu. Özellikle de Senato ve başkanın doğrudan halk oyu ile seçilmemesi.
Yasama faaliyetinin tek başına, halkın seçtiği temsilcilere bırakılması halinde, çoğunluğun azınlığa istediğini dayatabileceği yasalar çıkarabileceği endişesi yaşayan kurucu babalar, buna karşı bir sigorta olarak yasama organını çift meclisli olarak tasarladılar. Her eyalette nüfusa göre seçilecek milletvekillerinden oluşan bir meclisin (Temsilciler Meclisi) yanı sıra, bir de doğrudan halk oyu ile seçilmeyen, eyaletlerin kongrelerince seçilecek, senato oluşturuldu. Ayrıca Senato’ya, Yüksek Mahkeme üyeleri, federal yargıçlar ve büyükelçilerden FBI, CIA gibi bürokratik kurumların başkanlarına kadar tüm önemli atamaların nihai onay mercii olarak da olağanüstü bir güç verildi.
O günlerde demografik ve nüfus yoğunluğu olarak çok fazla farkları olmayan 13 koloni arasında federal yapıya bağlılığı pekiştirmek için de senatoda, eyaletlere, nüfusu ne olursa olsun iki sandalye verdiler. 19’ncu yüzyılın büyük bölümünde mükemmel bir fikir oldu Senato.
Ancak zaman içinde önce senatörlerin de halk oyu ile doğrudan seçilmeye başlanması, birliğin, çoğu az nüfuslu 50 eyalete çıkması ile Senato yapısı, son derece adaletsiz bir temsil aracına dönüştü. Nüfusu az Cumhuriyetçi eyaletlerde yaşayan bir Amerikalının oyu, nüfusu çok fazla Demokrat eyaletlerde yaşayan vatandaşın oyundan 10 kat daha değerli hale geldi. Örneğin, 600 bin nüfuslu Wyoming ile 40 milyon nüfuslu California, Senato’da aynı temsil gücüne sahip. ABD nüfusunun yüzde 50’sinden çok az fazlası toplam 10 eyalette yaşıyor. Yüzde elliden biraz azı ise 40 eyalette. Yani ülkenin çoğunlukla milliyetçi muhafazakar beyaz nüfustan oluşan yarısı Senato’nun yüzde 80’ine sahip olurken, nüfusun çoğunluğu Demokrat eğilimli olanlardan oluşan diğer yarısı sadece yüzde 20 oranında temsil ediliyor. Bunun sonucu olarak da örneğin günümüz Senatosunda, Demokrat senatörler, toplamda 15 milyon daha fazla oy aldıkları halde, 47 sandalyeye sahipken, Cumhuriyetçiler 53 sandalye ile Senato’yu yönetebiliyor.
Ve azınlığın hükümranlığındaki bu Senato, 2016’da milletin çoğunluğunun oyu ile seçilmiş başkanın yasal yetkilerini kullanıp Yüksek Mahkemeye atama yapmasını dokuz ay boyunca engelleyip, 2020’de milletin çoğunluğunun oyunu kazanamamış ve asla kazanamayacak bir başkanın seçtiği ismi sadece 20 günde Yüksek Mahkeme üyesi yapmak için zamana karşı yarışıyor.
ABD Başkanını belirleyen seçim sistemi de bugünkü azınlık diktasını kolaylaştıran bir başka faktör. ABD’nin kurucuları, çoğunluğun tiranlığının korktukları için başkanın doğrudan halk oyu ile seçilmesini istemiyordu. Halk, sandığa, başkanı seçecek meclisin (electoral college) üyelerini seçmek için gidiyor. Bu meclise seçilen delegeler de bir ay sonra (8 Aralık) toplanarak, bir ismi başkan seçiyor. Ancak, zamanla bu meclis (electoral college) gerçek bir heyet olmaktan çıktı, ve her delegenin eyaletinde halkın en çok oy verdiği adaya zorunlu olarak oy vermek zorunda olduğu bir sembolik mekanizmaya dönüştü. Buna rağmen, sayım anayasa gereği hâlâ, kazanılan eyaletlerin Seçiciler Kurulundaki sandalyeleri toplamı üzerinden yapılıyor. Bu da ABD genelindeki toplam halk oyunu kazanan aday ile, Seçiciler Kurulunda 270’i geçen ismin zaman zaman aynı kişi olmaması sonucu doğuruyor.
Örneğin, ABD’de son yedi başkanlık seçiminden sadece birinde, yani 2004 seçiminde, Cumhuriyetçi Partinin başkan adayı Amerikan halkının çoğunluğunun oyunu alabildi. Diğerlerinin tamamında Demokrat adaylar halkın çoğunluğunun oyuna sahip oldu. Buna rağmen, artık toplumsal olarak bir azınlığın partisi olan Cumhuriyetçi Parti, bu çağdışı seçim sisteminin azizliğiyle başkanlığı kazanmayı sürdürüyor. Örneğin George W. Bush, 2000 seçiminde Al Gore’dan ülke genelinde yarım milyon daha az oy almasına rağmen, kardeşinin eyalet valisi olduğu Florida’yı tartışmalı bir mahkeme sürecinden sonra kazanarak 270’i geçtiği için başkan olabildi. Trump ise 2016’da rakibi Hillary Clinton’dan toplamda 3 milyon daha az oy almasına rağmen, Michigan ve Wisconsin eyaletlerini kazanarak seçildi.
Mevcut sosyal ve demografik Amerika tablosunda, Trump’ın veya bir Cumhuriyetçi muhafazakar adayın ABD’de halk çoğunluğunun oyunu kazanması imkansız. Bununla beraber, Wisconsin, Michigan, Pennsylvania, Ohio, Florida gibi birkaç kritik eyaleti kazanarak, 270’i geçen aday olması ise mümkün.
Politik analist Michelle Goldberg, 2017’de New York Times’ta yayınlanan bir yazısında, Amerikan seçmeninin çoğunluğunun iradesi ile ‘electoral college’ haritasının örtüşmemesinin, uzun yıllar anlamsal (semantik) bir sorun olarak kaldığına dikkat çekiyor. Ama Trump ile birlikte bu artık varoluşsal bir krize dönüştü.
“Elbette ki çoğunluğun tiranlığına karşı da denetleme mekanizmalarını koruyacağız ama şu anda yaşadığımız şeyin adı, azınlığın tiranlığı” diye yazacaktı Goldberg.
Mevcut durum sürdürülebilir bir durum değil. Zira, ‘iç savaş’, ‘California’nın ABD’den ayrılıp bağımsızlığını ilan etmesi’, ‘seçimden sonra kaotik olaylara askerlerin müdahalesi’ gibi normal bir siyasi gündemde asla yeri olmayacak çılgınca olasılıkların bile kendine dinleyici bulabildiği bir iklim oluşmuş durumda.
Kurumsal olarak hâlâ tek ülke olsa da toplumsal olarak Amerika artık iki ülke. Bir yanda, kentli, çoğulcu, ötekilere ve dünyaya açık, büyüyen bir Amerika var; diğer yanda, beyaz, bölgeci, ötekilere kapalı ve kültürel olarak rövanşist bir Amerika. Günümüz ABD’sine ikincisi hükmediyor.
Donald Trump ise varılan noktanın müsebbibi değil sadece acı bir meyvesi. Elbette ki, ülkenin, muhafazakar kesimlerin ve sistemin bugüne kadar görmezden gelinen birçok yozlaşması, çürümüşlüğü ve karanlık gerçeği, onunla açığa çıktı. Michelle Goldberg’e göre ise Trump ile açığa çıkan en önemli şey, ABD’nin bugüne kadar zannettiğinden daha az demokratik bir ülke olduğu gerçeği…