Ankara Protestan cemaatine yönelik baskıyı artırırken, yabancı uyruklu Protestanlar teker teker Türkiye’den gönderiliyor.
Amerikalı emekli öğretmen Mark Alan hayatının önemli dönemeçlerini hep geç yaşamış. Colorado eyaletinin Fort Collins kentinden olan Alan, 42 yaşındayken “hidayete ermiş”, ilk evliliğini de Protestanlığı seçen bir Türk olan Duygu ile 65 yaşındayken yapmış. Bugün 73 yaşında olan Alan, Al-Monitor’a telefonla verdiği mülakatta “Bizimkisi ilk görüşte aşktı” diyor. İzmir’e yerleşen çift huzurlu bir hayat sürmüş. Alan, “Türkiye’de hep güvende hissettim. Türk halkına gerçekten yakınlık duydum” diyor. Ne var ki çiftin hayatı geçtiğimiz haziranda bir çırpıda altüst olmuş. Alan ABD’den dönerken havaalanında polis tarafından durduruluyor ve kendisine bir daha Türkiye’ye giremeyeceği söyleniyor. “Bana herhangi bir gerekçe söylenmedi” diyen Alan, eşinin sayman olarak görev yaptığı İzmir’deki kilisede kendisinin herhangi bir görev üstlenmemiş olduğunu söylüyor.
Alan, herhangi bir adli süreç olmaksızın Türkiye’ye girişi yasaklanan 5o’yi aşkın yabancı Protestan’dan biri. Aralarında Finlandiya, Almanya ve Güney Kore vatandaşlarının olduğu bu kişiler, “kamu düzeni ve kamu sağlığına tehdit” oluşturdukları gerekçesiyle Türkiye’den men edilmiş. Aralarında 26 ABD vatandaşı var.
Protestanlara yönelik sınırdışı dalgası, Amerikalı pastör Andrew Brunson’un Ekim 2018’de serbest bırakılmasından sonra başladı. Brunson, 15 Temmuz 2016’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı düzenlenen başarısız darbe girişimiyle bağlantılı tuhaf terör suçlamalarıyla iki yıl boyunca İzmir yakınlarındaki bir cezaevinde tutulmuştu. Sınırdışı kararları tam gaz devam ediyor ve Alan çiftinde olduğu gibi aileleri parçalıyor.
Ankara’da bir Türk pastörle evli olan Amerikalı Joy Anna Crow Subasıgüller, 5 Haziran’da oturma izninin yenilenmeyeceğine dair İçişleri Bakanlığı’ndan bildirim almış. Türkiye’yi terk etmesi için 10 gün süre verilmiş. İki çocuk annesi olan 39 yaşındaki kadına herhangi bir gerekçe bildirilmemiş.
Hâlen dört buçuk aylık kızı Derin Mercy’yi emziren Subasıgüller Al-Monitor’a yaptığı açıklamada, “Evimizden, eşimin değerli ailesinden, dostlarımız ve kilisedeki ailemizden ayrılma düşüncesi beni üzüyor” diyor. Kararın temyizi için mahkemeye başvurmuş. On senedir Türkiye’de yaşayan Amerikalı kadın, mahkemenin bir iki ay içinde karar vermesini bekliyor. Ne var ki daha önce yapılan benzer itirazların hepsi reddedilmiş.
Kimliklerinin saklı kalması kaydıyla Al-Monitor’a konuşan Türkiye’deki Protestan cemaat önderleri, kararlar konusunda ilgili ülkelerin Ankara’daki büyükelçiliklerine başvurduklarını anlattılar. Bu isimlerden biri “Bize, yapabilecekleri bir şey olmadığını, bunun Türkiye’nin ulusal egemenliğine tabi bir konu olduğunu söylediler” şeklinde konuştu.
Sınırdışı kararları ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 2019 dini özgürlükler raporunda da yer alıyor. Raporda, giriş yasaklarının “hız kazandığı” ifade edilirken bunun sebebi belirtilmiyor.
Dışişleri Bakanlığı’ndan bir sözcü Al-Monitor’un sorusu üzerine şu açıklamayı yaptı: “ABD vatandaşlarının Türk kanunları çerçevesinde adil ve tarafsız muamele görmesini bekliyoruz. Yurtdışında bulunan ABD vatandaşlarının güvenlik ve esenliği bizim için başlıca önceliktir. ABD vatandaşlarına yönelik muameleyle ilgili kaygılarımızı Türk hükümetine düzenli olarak iletiyoruz.” Sözcü, bunun ötesinde detay vermedi.
Otokrat Erdoğan yönetiminin sert tenkitçisi olan Senatör Jeanne Shaheen ise çok daha açık konuştu. New Hampshire eyaletini temsil eden Demokrat Partili Shaheen, e-posta aracılığıyla şu görüşleri iletti: “Türkiye’deki Protestanların görünür hiçbir sebep olmadan sınırdışı ediliyor olması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’yi çok kültürlü bir devlet olarak sorumlu bir şekilde yönetmekten vazgeçtiğini gösteriyor. Pastör Andrew Brunson olayında yaptığım çalışmalardan, birilerini günah keçisi yapma, hedef alma eğilimlerinin kolayca aşırı uçlara varabileceğini biliyorum. Bu nedenle söz konusu ailelere olduğu kadar Türk devletine de zarar veren bu dışlayıcı uygulamaların gözden geçirilmesini Türk yönetiminden istirham ediyorum. Ayrıca ABD yönetimini de ne zaman ve nerede olursa olsun ABD vatandaşlarının hedef alınmasına tavır almaya çağırıyorum. Ülkemizin dünyanın dört bir yanında vatandaşlarına sahip çıkma geleneği vardır ve bunun hiçbir istisnası olmamalıdır.”
81 milyonluk nüfusu ağırlıkla Sünni Müslüman olan Türkiye’de Protestanlar her zaman baskıyla karşılaştılar. Ülkenin laik anayasasına göre misyonerlik yasak değil. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nu mağlup eden İtilaf devletleriyle 1923’te imzalanan Lozan Barış Anlaşması’nda Yahudiler ile Rum ve Ermeni Ortodokslara resmi azınlık statüsü verilirken Protestanlara böyle bir statü verilmedi. Dolayısıyla 10 bin civarında mensubu olan Protestan cemaati ve Lozan’ın kapsamadığı diğer dini azınlıklar yasal olarak arafta kaldılar. Kilise kuramayan, din adamı yetiştiremeyen Protestanlar, öteden beri kötü niyetli dış güçlerin maşası olarak resmediliyor, Cumhuriyet gibi laiklik yanlısı gazeteler bile bunu sıkça yapıyor.
Washington merkezli Demokrasileri Savunma Vakfı’nda Türkiye programı kıdemli direktörü olan eski TBMM üyesi Aykan Erdemir, “19’ncu yüzyıldan bu yana Osmanlı’da ve Türkiye’deki iktidar çevreleri sistematik olarak misyonerleri siyasi ve ekonomik sorunlardan sorumlu göstererek günah keçisi yapıyor. Böylece kendi yönetim zafiyetleri ve başarısızlıklarının sorumluluğunu başkalarına yıkmaya çalışıyorlar” diyor. Al-Monitor’a konuşan Erdemir, Protestan kilise çalışanlarının Türkiye’ye çeşitli ülkelerden gelmesine rağmen sıklıkla ABD’yle özdeşleştirildiğini ve bunun “Amerikan karşıtlığının, Hristiyan karşıtlığının ve misyoner karşıtlığının iç içe geçtiği toksik bir hava” yarattığını belirtiyor.
Kamuoyuna mâl olan önemli bazı davalarda Hristiyanların savunuculuğunu üstlenen insan hakları avukatı Erdal Doğan, misyoner karşıtlığının çağdaş Türkiye’nin ulus inşa projesine işlemiş bir refleks olduğunu, bu projede “ideal vatandaşın Hanefi Sünni Müslüman ve Türk olduğunu” söylüyor. Bu bağlamda, geçmişte generallerin sivil hükümetlere emir yağdırmak için kullandığı Milli Güvenlik Kurulu, Kürt ayrılıkçılar ve İslamcı irticacıların yanı sıra misyonerleri de ulusal güvenlik tehdidi olarak tanımlamıştı.
Ancak yolsuzluk ve kavgaların zayıflattığı bir dizi koalisyon hükümetinin yönetiminde Türk ekonomisi gerilemeye ve ordunun da itibarı aşınmaya başlayınca bazı Protestanlar Türkiye’de fırsatlar yakaladılar.
Almanya’da beden eğitimi öğretmeni olan Hans-Jurgen Leuven, 1998 yılında ailesiyle birlikte Muğla iline yerleşerek inanç turizmini tanıtmak ve “İsa’nın kelamını aktarmak” için Türk makamlarının onayıyla bir turizm acentesi kurmuş. İki tarihi taş evin pansiyon olarak restore edilmesini de içeren proje, yerel makamlardan destek görmüş. Leuven, dönemin Muğla vali yardımcısının imzasını taşıyan 31 Mayıs 2000 tarihli bir mektubu Al-Monitor’la paylaştı. Leuven’in yatırımlarını öven ve tam destek sözü veren yetkili, “Farklı din ve inançların kaynaşması hiç kuşkusuz ki dostluk ve barışa katkı yapar” ifadesini kullanıyor.
Ağustos 2019’a gelindiğinde Leuven yerel makamlardan oturma izninin yenilenmeyeceği ve 10 gün içinde ülkeden ayrılması gerektiği yönünde bilgi alıyor. “Sebebini sordum, bilmediklerini söylediler” diye anlatan Leuven, kararı iptal ettirmek için mahkemeye başvuruyor ve orada “kamu düzeni için tehdit oluşturduğu yönünde hakkında rapor olduğunu” öğreniyor. Leuven, “Yıllardır burada yaşamışım. Bu doğru olsaydı komşularım beni şikâyet etmez miydi?” diye soruyor. Aksine, tam 1500 kişi “Hans kalsın” diye dilekçe imzalamamış.
İki ayrı alt mahkemeden sonuç alamayan Leuven, konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımış. Subasıgüller ise nasıl bir “suç” işlediğini hâlen bilmiyor ama mahkemede, Leuven hakkındaki iddianın kendisine karşı da öne sürüleceğinden “yüzde 99 emin”. O da benzer bir hukuki yol izlemeyi planlıyor. Davalar yıllar sürebilir.
Erdoğan 2002’de iktidara geldiğinde askerin nüfuzunu kıracak ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine zemin hazırlayacak kapsamlı reformlar vaat etmişti. Şu an durmuş olan üyelik müzakerelerinin başladığı 2005 yılında Ankara’daki bir Protestan kilisesi dernek olarak faaliyet göstermek için başvuruda bulundu ve istediği izni aldı. Bir kilometre taşı teşkil eden bu izin, onlarca gayri resmi Protestan ibadethanenin dernek olarak kurulmasına yol açtı. Al-Monitor’un görüştüğü bir Protestan kilise yetkilisine göre 2002’de 40 civarında olan ibadethane sayısı bu yıl itibarıyla 173’e ulaşmış durumda.
2007 yılında ikisi Türk biri Alman üç Protestan’ın Malatya’da katledilmesiyle bir dönüm noktası yaşandı.
Maktullere işkence ettikten sonra boğazlarını kesen beş fail, mahkemedeki duruşmalarda cinayetleri, “Türkiye’yi ve İslam’ı yıkmak” isteyen misyonerlerin “menfur faaliyetlerini” durdurmak adına işlediklerini savundular. Failler müebbet hapis cezasına çarptırıldılar. Davada maktullerin ailelerini temsil eden Doğan, katiller ile güvenlik teşkilatındaki “derin devlet” arasında bağlantılar olduğunu ortaya çıkardı. Aynı yapı 2006’da Ermeni gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesinde de suçlanmıştı.
Protestan cemaatinin önderlerine polis koruması verilirken, misyonerlere yönelik yaftalamalar da resmi söylemden silindi. Ara sıra bazı saldırılar ve tehditler olsa da Protestan kilise yetkilisi “2012 yılına kadar ABD’dekine benzer bir dini özgürlük iklimi yaşadık” diyor. Bu kıyas abartılı olsa da Türkiye’nin hızla, önü alınamaz bir şekilde otoriterliğe kayacağını, milli güvenlik devletinin yeniden canlanacağını pek az kişi öngörmüştü. Erdoğan’ın Pennsylvania’da yaşayan eski müttefiki Fethullah Gülen’i sorumlu tuttuğu darbe girişimi de bu geri gidişe zemin hazırladı.
Kilise yetkilileri, sınırdışı kararlarının Brunson olayıyla ilintili olmadığını iddia ediyor. Yaygın kanıya göre Brunson, Gülen’in ABD’den iadesini sağlamak için pazarlık unsuru olarak kullanıldı. Ne var ki Başkan Donald Trump Türkiye’den çelik ithalatına ek gümrük vergisi getirdi ve yükselen gerilimle birlikte Türk Lirası tepe taklak oldu. Brunson da kısa süre sonra serbest bırakıldı.
Protestanların Türkiye’den gönderilmesi, Erdoğan’ın darbe girişiminden sonra aşırı sağcı Milliyetçi Hareket Partisi ile kurduğu yeni ittifakla bağlantılı görünüyor. Zira düşman olarak algılanan tüm kesimler — Kürt aktivistler, eleştirel gazeteciler ve şimdi de Protestan kilise çalışanları — hedef tahtasında. Ekim 2019’da İçişleri Bakanlığı ve Malatya Valiliği 2007’deki katliamda mahkemece kusursuz bulundu. İstanbul’daki dünyaca ünlü Ayasofya ise Mustafa Kemal Atatürk’ün 1934’te genç Cumhuriyet’in Batı’ya yöneliminin sembolü olarak verdiği müze statüsünü kaybederek ibadete açık bir camiye dönüşmek üzere. Türkiye’de aşırı milliyetçilerin bayram ettiği bir dönem yaşanıyor.
Open Doors USA isimli kuruluşun Dünya İzleme Listesi’ne göre Türkiye, Hristiyanların en çok zorluk çektiği ülkeler arasında 26’ncı sırada yer alıyor.
Hristiyan haklarını savunan International Christian Concern isimli kuruluşun Orta Doğu sorumlusu Claire Evans Al-Monitor’a şu değerlendirmede bulundu: “Her ülke yabancılara yönelik politikalarını belirleme hakkına sahiptir ancak Türkiye, sınırdışı uygulamasını öteden beri ülkedeki Hristiyan varlığını ortadan kaldırmak için kullanıyor. Esasen Hristiyan önderleri ülkeden gitmeye zorlayarak kiliseyi nefessiz bırakıyor. Bu alenen dini özgürlüklerin ihlalidir.”
Protestan kilise yetkilisi, kilise çalışanlarına yönelik suçlamalardan 2019 yazında Amerikalı Jeremey Lambert’in mahkemeye başvurması üzerine haberdar olduklarını belirtti. Birch Run, Michigan’dan olan Lambert, hakkındaki sınırdışı kararına Aydın’daki bir mahkemede itiraz ediyor. Yürütmeyi durdurma talebini reddeden mahkeme, daha sonra Alan ve Leuven’e karşı kullanılan gerekçeyi dile getiriyor, yani Lambert’in Türkiye’de “kamu düzeni ve kamu sağlığına tehdit” oluşturduğunu söylüyor. Protestan kilise yetkilisi, suçlamaların MİT raporuna dayandırıldığını ama iddiaları destekleyen hiçbir somut kanıt sunulmadığını belirtti.
Yedi yıldır Ege’nin tatil merkezlerinden Kuşadası’nda yaşayan Lambert, buradaki kilisede gitar çaldığını anlatıyor. Eşi de piyano çalıyor.
Al-Monitor’un telefonla ulaştığı Lambert, “Bir şeyler olacağını bekliyorduk” diyor. Bu beklentinin nedeni ise birkaç ay önce yine ABD vatandaşı olan ve İstanbul’da bir kilisede 22 yıldır vaizlik yapan kayınpederi Mike Platt’a Türkiye’ye giriş yasağı konulması. Lambert, “Neler olduğunu anlamak için çırpınıyorsunuz” diyor ve ekliyor: “Yine de Türkiye’yi ve halkını seviyorum.”
Lambert geçtiğimiz aralıkta itirazını Anayasa Mahkemesi’ne taşımış. Kuşadası’ndan eski komşusu olan avukatı Bora Aydın, “Jeremy çok iyi bir insan, çok iyi bir komşu. Hiçbir zaman sorun yaşamadık” diyor.
Haklarında sınırdışı kararı verilen bazı Protestanların ortak bir noktası var. Türkiye’deki Protestan Kiliseler Derneği’nin Ocak 2019’da düzenlediği yıllık toplantıya katılmışlar. Antalya’da bir otelde yapılan toplantıya katıldığını belirten Lambert, “Yaklaşık 200 kişiydik, çocuklarıyla gelen bir sürü aile… Bolca İncil okundu, bolca ibadet edildi” diye anlatıyor. Leuven, Alan ve eşi de oradalarmış. Hepsi toplantının kuşku uyandıracak bir yönünün olmadığını söylüyorlar.
Alan çifti için zorunlu ayrılığın hem duygusal hem de maddi bedeli var. Yasal süreçlerin masrafları artıyor. Alan ABD’ye dönmeyi hiç düşünmediği için ful Medicare sağlık sigortasına da başvurmamış. Hâlen İstanbul’da Hristiyanlara yönelik dini içerikli bir kanalda çalışan eşi, ABD vatandaşı olmamış. Green Card sahibi de değil. Bu nedenle, kocasını görmek için Colorado’ya gittiğinde Alan’ın sosyal konutunda iki haftadan fazla kalamıyor. Alan, “Tüm hayatım değişti. Eşimi üç ayda bir görüyorum. Maddi olarak çok zorlanıyoruz. Ruhen yalnızlık çekiyorum” diyor.
Kaynak: al-monitor / Amberin Zaman